Ceza hukuku hocası ve Avukat Dilek Ekmekçi 11 yaşında evlatlık olduğunu öğrendi. Biyolojik ailesini ararken annesinin ve ablasının Türkiye'deki 'güçlü adamlarla' cinsel ilişkiye girmeye zorlandığını öğrendi. Aleyna Çakır ve yurttaki kız çocuklarını cinsel ilişkiye zorladığı iddia edilen Ümitcan Uygun'un annesinin şüpheli ölümünün ardından Dilek Ekmekçi bir kez daha yetiştirme yurtlarındaki fuhuşu gündeme getirdi. Ekmekçi'nin ifadelerinde ise korkunç detaylar var...
Cumhuriyet gazetesi yazar Barış Terkoğlu Aleyna Çakır'ın şüpheli ölümüyle ilgili bir yazı kaleme aldı. Terkoğlu yazısında Dilek Ekmekçi'den de söz etti. Terkoğlu'nun yazısı şöyle: "Müge Anlı’nın gündeminde dün yine Aleyna Çakır’ın ölümü vardı. Anlı, Çakır’ın hatta Çakır’ın ölümü nedeniyle suçlanan Ümitcan Uygun’un annesinin ölümünün yeterince soruşturulamadığını anlatıyordu. Çakır ve Uygun’un ölümlerinde cinayeti düşündüren delilleri sıralayan Anlı, iki elini açıp “daha ne yapayım” dedi. Uygun ailesinin konuştuğum avukatı ise ölümlerde bir şüphe olmadığını, iki kadının da intihar ettiğini anlatıyordu. “Medya terörü” ile suçladığı Anlı’yı RTÜK’e şikâyet ederken, hakkında dava açacağını da söylüyordu. Cumhurbaşkanı’nın damadının medyasının takip ettiği, Süleyman Soylu’ya “sizi destekledik” diyen ailenin suçlandığı, Adalet Bakanı’nın ise “televizyon programcısı savcı değildir” diye defalarca uyardığı, şüpheli ölümlerin birbirini takip ettiği bu hikâyede ortada iki tez var. Ya kadınlar, kirine dayanamadıkları dünyadan birer birer intihar ederek çekiliyor. Ya da kadınları kirli bir dünyaya sürükleyen çeteler, intihar süsünü kurbanlarını susturmak için giydiriyor. Her iki halde de yargının kendi alanına giren konulardaki kayıtsızlığı göze batıyor. ‘Güçlü adamlar’a sunulan anne Türkiye’de iktidar savaşları bu kadar kızışmış olmasaydı, yine aynı şiddetle konuşacak mıydık? İnanın bilmiyorum. Bildiğim, tartıştığımızın yıllardır halının altına süpürdüklerimiz olduğu. Neden mi? Dün, herkes bir hukukçunun sosyal medya mesajlarını paylaşıyordu. “Belki görmemişsindir” diyerek birçok kişi de telefonuma göndermişti. Oysa, ben onunla Cumhuriyet muhabiri Leyla Kılıç aracılığıyla birkaç ay önce tanışmış, hayatını dinlemiştim. Bir yazı değil, bir roman olmayı hak eden koca bir öyküsü vardı. Dilek Ekmekçi’den söz ediyorum... Yaşamı 11 yaşında değişmişti. O gün, yıllardır anne dediği kişinin gerçek annesi olmadığını “kızım seninle konuşmamız lazım” diye başlayan sözler sayesinde öğrenmişti. Anne dediği kişi, onu yetiştirme yurdundan almış, sevgiyle büyütmüştü. Ekmekçi, üniversite yıllarının ardından bir merakla gerçek ailesinin kimliğini sürmeye karar verdi. Bilmediği hayatını öğreneceğini düşünüyordu. Kısmen başarmıştı da... Bulgularına göre, annesi bir hayat kadınıydı. Türkiye’nin güçlü adamlarına, bir eşya gibi sunuluyordu. Bir de kendisinden 3 yaş büyük ablası vardı. Dilek Ekmekçi doğar doğmaz, ablası da onunla birlikte terk edilmişti. Bunun için paravan bir ailenin kimlik bilgileri kullanılmıştı. Elbette herkes suça ortak olmanın karşılığını almıştı. Ekmekçi, önce paravan aileye, ardından gerçek annesine ulaştı. Kars’ta bir mezardan alınan örnekle, annesinin 2009 yılında ölen Pamuk Deniz olduğu kesinleşti. Ablası eskort çetesinin ağında Fakat bir tuhaflık daha vardı. Ölüm kaydı yalan beyanla düşülüp, defin ruhsatı alınmadan gömülen annesinin bedeninde birçok kırık bulunuyordu. Annesinin yıllarca “yok sayılan” hayatı, ölümünde de koca bir boşluğa dönüşmüştü. Babasının izini süren Ekmekçi, daha da ilginç bir sonuçla karşılaştı. Anlattığına göre gerçek babası Türkiye’nin bir dönemine damga vuran politikacılarından biriydi. Bugün hayatta olmayan “muhtemel babasıyla” babalık davası sürüyordu. Ekmekçi, hayatta olan tek yakın akrabası olan ablasıyla yakınlaştıkça bir başka gerçeği fark etmişti. Ablası, küçük kardeşi kadar şanslı değildi. Yetiştirme yurdunda kalmış, bir süre sonra memur yapılmıştı. Ancak Ekmekçi’nin anlattığına göre ablası, yetiştirme yurdundayken “güçlü adamlara” eskort gönderen bir çetenin ağına yakalanmıştı. Bir hukukçu olarak bu kez de ablasından faydalanan adamların peşine düşmüş, karşısına Türk siyasetinin önemli mecralarına uzanan ilişkiler çıkmıştı. Bizi buluşturan hikâye ise tam da bu ilişkilerin ortasındaydı. Çünkü gerçek ailesine ulaşmaya çalışırken, yasaların sınırlarını zorlamak zorunda kalmıştı. Bu sırada ise dolandırılmıştı. Para kaptırdığı kişilerden uğradığı haksızlığın hesabını sormak istiyordu. Yargı maalesef bu konuda da kendisine yardımcı olmuyordu. ‘Soy’ diyenlerin soyları Devletin kayıtlarında, mezarlıklarda, DNA laboratuvarlarında, yetişme yurtlarının ziyaretçi defterlerinde kendisini arayan bir insana akıl verilebilir mi? Belki de haddimi aşarak “sizin yerinizde olsam geçmişe değil önüme bakardım” dedim. O ise bir insanın kimlik öyküsünün binlerce kadının hayatını kurtarabilecek bir mücadeleye dönüşmesini daha çok önemsiyordu. Yetiştirme yurtlarından fuhuşa, fuhuştan tekrar yetiştirme yurtlarına süren “önemli adamlar”ın ardından bıraktıklarından oluşmuş soyları ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Üstelik kendi annesi dışında şüpheli şekilde ölen başka kadınları da bu sayede bulmuştu. Ne garip, verdiği mücadelede karşısında hep “boy ve soy” siyaseti yapanları buluyordu! Dilek Ekmekçi'nin iddialarının tamamı için tıklayın Facebook hesabındaki not Üç ayda iki kadının şüpheli şekilde öldüğü hikâyeyi yazdığım yazının ardından Dilek Ekmekçi’nin beni uyarmasıyla bir şey daha fark ettim. Müge Anlı’nın programında yurtlarda kaldığı iddia edilen bazı kızların suçlaması sonrasında ölü bulunan Gülay Uygun’un bir Facebook hesabı vardı. “Çocuk Esirgeme Kurumu’nda çalıştı” yazısının üzerinde ilgi alanları bölümü yer alıyordu. Burada şaşırtıcı şekilde “EGM (Emniyet Genel Müdürlüğü)” yazıyordu. Uygun ailesinin avukatını arayarak nedenini sordum. Ailenin ve avukatın ifade ettiklerine göre; Gülay Uygun, yurtlardan kaçarak kayıplara karışan çocuklarla ilgili olarak Emniyet’le yakın çalışma yürütüyordu. Bu nedenle ilgi alanına “EGM” yazmıştı. Başkalarının hayatlarını izlemeyi neden bu kadar çok seviyoruz? Belki de günahlarımızı kendimizden bahsetmeden konuşmaktan hoşlanıyoruz. İnanıyorum, bizden değilmiş gibi giden tabutların kapağını açsak kendi yaşanmamışlıklarımızı göreceğiz."
Muhabir: Alp Yanardağ