Ütopyadan distopyaya değişen düzeni ve geleceğimiz-3

Yayın tarihi: 20 Kasım 2021 Cumartesi 9:39 am - Güncelleme: 20 Kasım 2021 Cumartesi 11:35 am

Ertürk Akşun

Neden ütopyanın yerini distopya almıştır? Geleceğe umudun kalmadığı, geçmişe özlemin tavan yaptığı toplumlar, ütopya değil distopya üretir.

Burada üç önemli distopyadan bahsedebiliriz. Ama bir tanesinin finalinde geleceğe dair hâlâ bir umut vardır: Fahrenheit 453. İnsanlar her şeylerini kaybetmişlerdir ama hâlâ beyinlerinin içi kendilerine aittir. Fahrenheit’ta her insan bir kitap olmuştur. İnsan birikimini temsil etmektedir. İnsanın geleceğe umut taşıyabilmesi için bir birikimi de beraberinde taşıyor olabilmesi gerekmektedir.

Orwell’ın 1984’ü ile Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ise umut bile kalmamıştır. Orwell’ın 1984’ünde köleleşme dışarıdan bir baskı sonucunda oluşur ama Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında dışarıdan bir baskıya bile gerek kalmamıştır, kölelik insanın kendi içinde vardır. Günümüze bu noktadan baktığımızda Huxley’in öngörüsünün daha doğru olduğunu görüyoruz. Günümüzün insanı için kölelik artık içkin bir durumdur. Kölelik için dışarıdan bir baskıya gerek yoktur, kölelik bile normalleşmiştir.

Bu konuda eskilerden birkaç örnek de Ünsal Oskay veriyor: “Viktoryan etik, Marx’ın deyişiyle, modern insanın gün ışığı altında yaşadığı hayatın, geceleri gördüğü kâbusların nedeni haline gelmesine yol açmıştır. Drakula ve Frankenstein öykülerinin yaygın bir ilgi bulması; Poe’nun burjuva interior’ünün bir suç mekânı olabileceğini anlatan öykülerin ortaya çıkışı da bunu gösteriyor.”

Bu üç önemli eseri ve Ünsal Hoca’nın söylediklerini ele aldıktan sonra, günümüzde sinemanın, edebiyatın distopya türü eserlerle dolmasını nasıl açıklayacağız? Birkaç örnek vermek yeterli olacaktır. Açlık Oyunları, Black Mirror ve sayamayacağım kadar çok örnek…

Günümüz edebiyatının hatta tüm sanat dallarının distopya veya fantazya türüne kaymasının da elbette bir sebebi var.
Aşırı görsel dünya, sinema yönetmeninin, video üreticisinin, moda tasarımcısının, eğlence düzenleyicilerin bize sunduğu alan dışında başka bir dünya olmayacağı hissi uyandırıyor. Aslında sistem bize diyor ki: Siz hayal etmeyin biz sizin yerinize hayal alanları da yaratırız.

“Düş gören insandan, eğlence ve eğlenim endüstrisinin, reel toplumun gün ışığındaki hayat etiğinin bir tekrarı olan ürünlerinin tüketicisi insana geçilmektedir” diyor Ünsal Oskay, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım kitabında.
Distopyadan daha da vahimi var ki o da fantezi edebiyat diyebiliriz. Fantazya üzerine şöyle devam ediyor Ünsal Hoca: “Popüler kültür işte burada işlev görmektedir. Reel yaşamı, fantazyada da aynı ile tekrarlayarak, reel yaşamın sürdürülmesini kolaylaştırmakta, yerine başka türlü bir yaşam olabileceğini düşünmenin yollarını tıkamakta; bu kırgınlıkları, var olanı benimsemenin acısını, utancını hafifletmektedir.”

Ütopyanın kayboluşundaki önemli sebeplerden bir tanesi de maalesef bu.

Buradan şu sonuca varabiliriz: Sistem bize düş kurma alanı bırakıyor mu?

Günümüzde insanların olmayan tanrılara sığınmaları, hatta kendilerine sürekli yeni tanrılar uydurup, yeni mesihler yaratmalarını nasıl açıklayabiliriz?

Günümüz insanını Ünsal Oskay şöyle tarif ediyor: “(…) Ama boşanmalar, doyumsuzluklar, şiddete yönelmek, uyuşturucular, akıl ve ruh hastalıkları, entelektüel etkinliklerden hoşlanmama, yeni ve yabancı olana duyulan düşmanlık, amaçsızlık, yalnızlık gibi olguların ardında kitlelerdeki bu bilişsel düzeyi düşük, yetersiz farkındalığın yansımaları vardır.”
Ve şöyle devam ediyor: “Yaşanan hayatın, bu hayatı çerçeveleyen toplumsal ilişkilerin değiştirilemezliğine, değiştirilmez oluşuna duyulan kökleşmiş inançtı bu kötümserliğin nedeni. Din, Kilise öğretisi maddi hayatın işleyişi karşısında insan zihnindeki bu edilgen tavrı sistemize ediyor ve bu dünyadaki değişmezliği kabul edilmiş hayatın ruhlara sindirdiği karanlığı dengeleyecek bir öte dünya umudu, bir yarı aydınlık vaadi sunmaya çalışıyordu.”

Çevremize dikkatlice baktığımız zaman en sık karşılaştığımız kavram “dünyanın sonunun geldiği fikri”dir. Örneğin yeniden hortlayan Evanjelistler buna güzel bir örnektir. Hem Hıristiyanlıkta, hem Yahudilikte ortak buluşma noktaları Evanjelizm oluyor. Herkes bir mesih bekliyor. Bir mesih bulamayanlar yeni moda deizm kavramına sarılıyor. “Deizm” tanrıya duyulan inançtır, kimileri bunu din elden gidiyor diye yorumlasa da, değişen sadece peygamberlere olan inancın kaybolması ama hâlâ yoğun bir tanrı inancıdır. Deizm batağına düşmeyenler ise kendilerine yeni kişisel gelişim peygamberleri uyduruyorlar. Kişisel gelişim batağına düşenler ise maalesef toplumun kendini ilerici olarak gören (aslında hiçbir şeyi göremeyen, korkularla büyülenmiş, gelecek inancını kaybetmiş insanlar) bu cenahın insanlarıdır.

YENİ TEKNO-ÜTOPYACILIK GERÇEK OLABİLİR Mİ?

Teknolojik veya bilimsel gelişmenin temelinde iki düşünce hâkimdir. Birincisinde, hayatı kolaylaştırmak ve neslimizi sorunsuzca ileriye doğru daha kolayca taşımak, ikincisinde ise yine buna bağlı olarak insana boş zaman yaratma fikri vardır. Neolitik devrim, tekerleğin icadı, üzengi devrimi, dokuma sanayii vs. hepsi insana kolay bir yaşamı vaat ederken aynı zamanda boş zaman yaratma, insana insanca yaşayabileceği, sadece kendisine ait olan boş zamanı yaratma fikrini de içinde barındırır.

Peki eskiden bir günde gittiğimiz yolu artık on dakikada gidiyorsak geriye kalan zamanı ne yapmalıyız veya nasıl değerlendiriyoruz? Hayati öneme sahip olan bir diğer soru da budur. Yaratılan boş zamanı estetize edebiliyor muyuz?

Yeni tekno-ütopyacılıkta aşırı değerlenmiş ben kavramının da etkisi var. Büyük İskender’in, Napolyon’un düşlerini kurduğu dünyanın hâkimi olma isteği yeni tekno-ütopyacılıkta her şey benim, benim elimde ifadesiyle kendisini açığa çıkarıyor…

Yeni tekno-ütopyacılık fikri insanları modernizmde daha fazla boş zaman kavramıyla elde etmeye çalışıyor. Ama boş zamanı nasıl estetize edeceği ve insanlık için nasıl daha yararlı hale getireceği üzerine hiçbir şey söylemiyor. Teknolojik çözümler ve yeni çoğulculuk anlayışıyla varoluşsal yalnızlık kavramına yeni hayali çoğulculuk ve gruplarla cevap ürettiğini düşünüyor.

“Yeni teknolojilerin deneyimlerin alanını genişlettiği ve zenginleştirdiği ileri sürülerek tekno-kültürün bir ideal ve ilerleme ölçütü olarak sayılması isteniyor. Ben de tam tersine, gerçeklikten kaçışı toplumsal olarak kurumsallaştıran teknolojik sistem içinde bu teknolojileri bir gerileme mantığı içinde ele almamız gerektiğine inanıyorum. Görsel deneyimlerin alanını genişletme iddiasına dayanan teknolojik rasyonalizasyonu bir kenara bırakıp, dünyayla kurulan görsel karşılaşmaların sonuçlarından kaçmaya çalışan soyut ve kökü çok derinlere inen güdelere bakmalıyız.” Kevin Robins, İmaj kitabında konuyu uzun uzun yeni görsellik üzerinden tartışıyor. Ve yeni “mış” gibi hayatları şöyle tarif ediyor: “Yeni görsel medyanın yaşam deneyimlerine engel olduğunu hangi temellere dayanarak tartışabilirim? Dünyayı fark etme biçimlerimizi geliştirmediğini nasıl iddia edebilirim?”

Ve cevabı gerçeklikten ve kolektiflikten kaçış olarak cevaplıyor.

Bize devrim diye sunulan yeni teknolojik gelişimlerin aslında bir karşıdevrim olduğunun sinyallerini almaya başladık. İş işten geçti mi? Asla! İnsan sürekli kendini yineleyen bir varlık olarak geriye gitse de kendisini toparlamasını bilen bir canlıdır. Ama günümüze baktığımızda insanlar yeni tekno-kültüre sorgusuz sualsiz itibar ve hürmet etmektedir. Bir ütopya olarak sunulan yeni görsel hayat ve olmayan yeni dünya ütopyanın yerini asla tutamayacaktır.
Sanal gerçeklik fantazyası insanlığı zaman ve mekân bağımlılığından kurtarma potansiyeli sunduğunu iddia edip insanlığa, kendi dar dünyalarının dışında olmayan bir hayatı satmaya kalkıyor. Herhangi gerçek bir tehdit olmadan, tehlike ve riskten uzakta, içinde bulunduğumuz koşullardan kurtulup farklı bir hayatı deneyimlemek isteyenler için bu yeni tekno-ütopik gerçeklik kısa süreliğine bir rahatlama sağlıyor.

Ama her gerçek olmayan çözüm gibi bu geçici rahatlamanın sonu daha büyük bir hüsran ve boşluk doğuruyor. Sanal gerçeğin tanrıları olarak yeni yarattığımız Olimpos Dağı’nın zirvelerinden kanatlarımız eriyerek gerçek dünyaya düşüyoruz.

Daimi olarak her yerin ve her ilişkinin ötekisini arayan ama aradığı gerçek tatmini bulamayan yeni insanlık bu arzusundan ne zaman vazgeçecek acaba? Peki tersini düşünecek olursak, gerçek dünyadan tatmin olamamanın yani aslında bir kaçışın hikâyesi olarak da okuyamaz mıyız? Beş yıl öncesinin sanal dünyasından ve sanal gerçekliğinden birçok insan şu günlerde ümidini kesmiş durumda.

Sonuç

“İncelendiklerinde görülecektir ki hem antikçağdaki eserler hem de daha sonraki yüzyıllara ait ütopyalar, birbirine benzer bir zeminde doğarlar. Hepsinin ortaya çıktığı dönem, toplumsal bunalım ve çürüme dönemidir, ama aynı zamanda güçlü siyasal çıkışların sergilendiği fırsatlar dönemidir de” diyor, Platon’dan Jambulos’a Antikçağ Ütopyaları kitabında Sadık Usta.

Bu teze katılmam mümkün değil maalesef. Tam tersine ütopyalar toplumların bunalım dönemlerinde, yani sokak ağzıyla söylersek, toplumların dibe battığı dönemlerde değil, bilakis toplumsal ilerleme dönemlerinde ortaya çıkmışlardır. Troçki’nin tezi bu konuda daha akla yatkındır. Troçki, “Toplumsal hareketler (ilerici anlamda) dipten çıkıp refah dönemlerine adım atılırken, yani insanların kendini güvende hissettiği, ileriye doğru daha pozitif baktığı dönemlerde ortaya çıkar” der. Aslında ütopyanın ortaya çıkışı da tam bu tür dönemlerde olur. Toplumun dip yaptığı dönemlerde ortaya ütopya yerine distopya çıkıyor. Geçmişe özlem, dine veya din yerine ikame edilmeye çalışılan enerji, yoga, reiki, kuantum vari şeylere sığınmak da madolyonun öteki yüzü oluyor.

Her kriz ve çöküş dönemi, beraberinde acı ve yoksulluğu getirirken bir şeyi daha yaratıyor; zenginlere karşı kin ve kızgınlık. Ama düşünme yetisini kaybetmiş halk, içinde büyüyen öfkeyi doğru yere kanalize edemiyor ki bu da örgütlülükle mümkündür, refleks olarak en yakınındaki, en kolay hedefe yönleniyor. Yahudi soykırımlarının çoğu bu kriz dönemlerinde kolay hedef olmalarından ileri gelmiştir.

Gelecek kurgusuyla ilgili bir örnek vermeliyim. Ortaçağı anlamak için düşünmeye başladığımızda karşımıza ortaçağın dilinde gelecek kipinin olmadığı gerçeği çıkar. Ara sıra rastlansa dahi gelecek kipi hep kötü şeyler çağrıştırır. Gelecekle ilgili iyi şeylerin düşünülmediği çağ diyebiliriz ortaçağa. Gelecekte güzellik ve umut yoksa muhafazakârlık başlar, elindekini muhafaza etmek asıl amaçtır ve hep eski güzel günlere atıfta bulunulur. Tam da günümüzde olduğu gibi. Ütopya fikrinin kaybolması gibi ve yerini distopyanın alması gibi ve sürekli insanlar görüyorum geçmiş güzel günleri anlatan.

Ütopya o yüzden Antik Yunan’ın en prestijli döneminde, Aydınlanma Çağı’nda, tarihçilerin “Altın Çağ” diye tarif ettiği, benim ise “Devrimler Çağı” dediğim, 1950’lerden 1980’lere kadar olan dönemde popülerleşir.

Merdan Yanardağ BirGün gazetesindeki “Yeni Bir Aydınlanma ve Modernite” başlıklı makalesinde şöyle tarif ediyor durumu: “İnsanlık yeni ve dijital bir ortaçağa giriyor… Bir sınıf olarak burjuvazi kendi öncülük ettiği modernite ve Aydınlanma’ya ihanet etmiş durumda. Bu nedenle insanlık, işçi sınıfının tarihsel ve ideolojik öncülüğünde moderniteyi aşmayı, daha indirgenmiş bir ifadeyle kapitalizm sonrası bir toplum kurmak için mücadeleyi sürdürürken; modernitenin kazanımlarını koruma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Bu belki de tarihin bir cezasıydı… Moderniteyi aşarak eşitlikçi, adil ve özgür bir toplum kurmayı başaramamanın cezası…”

Ve yazısını şöyle bitiriyor: “Modernite ve Aydınlanma Türkiye için de bitmemiş bir projedir. Bu nedenle insanlığın ilerici birikiminin ve cumhuriyetin kazanımlarının savunulması devrimci bir tutumdur. İhtiyacımız olan ve kazanmak için mücadele etmemiz gereken şey yeni bir Aydınlanma ve modernitedir.”

Sonuç olarak hayal kurmak geleceğe yeni umutlarla bakmak ve değişime inanmak gerekiyor. Ama yeniden düşünmek, bol bol tartışmak, anlatmak ve en önemlisi de yeniden anlamaya çalışmak gerekiyor. Aşırı şişmanlamış ve semirmiş kapitalizm insanları böceğe çevirmiştir. Böceğe dönen insanoğlunun ne anlama kabiliyeti kalmıştır ne de bu yönde bir isteği… Anlatılan her şey böceğe dönen insanlık için bir kulaktan girip bir kulaktan çıkan bir hikâyeye dönmüştür. O yüzden belki de ilk yapmamız gereken, toplumu anlamaktan da öte, anlamaya ikna etmek gerekiyor.
Yalçın Küçük’ün söylediği gibi, artık günümüzde yapılacak tek bir şey vardır. Eylemli bilinç taşıma, anlatılacak olanı bir eylem içinde anlatma…

Kaynakça

Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı
Campanella, Güneş Ülkesi, Sosyal Yayınlar
Charles Fourier, Geleceğin Aşk Dünyasından, Pencere Yayınları
Francis Bacon, Yeni Atlantis, Say Yayınları
Kevin Roberts, İmaj
Merdan Yanardağ, BirGün gazetesi makalesi
Platon’dan Jambulos’a Antikçağ Ütopyaları, Kaynak Yayınları
Robert Havemann, Yarın
Robert Owen, Yeni Toplum Görüşü ve Lanark Raporu, Kaynak Yayınları
Rona Aybay, Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen, Yaşamı, Eylemi ve Öğretisi, Remzi Kitabevi
Rutger Bregman, Gerçekçiler İçin Ütopya, Domingo Yayınları
Sparta’da Mükemmel Toplum-Likurgus Yasaları, Kaynak Yayınları
Thomas More, Ütopya, Kaynak Yayınları
Ünsal Oskay, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım
Yalçın Küçük, Küçülme ve Savaş
Yalçın Küçük, Sol Müdahale