Utanma üzerine

Küçükken bir aile dostumuz vardı. Yalnız bir adamdı, zaman zaman ziyaretimize gelirdi. Her gelişinde ablama ve bana birer çikolata getirdiği için dört gözle beklerdik onu, “çikolata amca”yı…

Çok kibar bir kişiydi. Ağzından tek kötü laf çıkmazdı. Sadece bir keresinde, birinden söz ederken “utanmaz adam” dediğini anımsıyorum. Dedikten hemen sonra utanmış, hepimizden özür dilemişti.

Bu lafın aslında ne kadar ağır bir küfür olduğunu o yaşlarda anlamama olanak yoktu elbette. Sonraları, utanılacak şeyler yapıp da utandığım, yani yavaş yavaş bir utanma bilinci edindiğim zaman anladım “utanmamanın” ne kadar ağır bir durum olduğunu. Vicdan denen karmaşık duygunun en önemli bileşenidir “utanabilme” yeteneği.

Aslında bir reflekstir utanma duygusu. Bir ayıbımız ortalığa dökülünce yüzümüz kızarıverir; yanlış yaptığımız biriyle karşılaştığımızda göz temasından çekinir, gözlerimizi kaçırırız ister istemez. Sadece “ayıp ettiğimizde” de değil; ne bileyim, örneğin ilk gençliğimizde hoşlandığımız kıza çıkma teklif ederken çok zorlanırdık, utanırdık, yüzümüz kızarırdı. Veya toplu ortamda kimin kimden hoşlandığı, kimin kimden gözlerini kaçırdığıyla anlaşılırdı. Yaşça küçük arkadaşlarımdan edindiğim izlenimlere göre hâlâ ciddi bir sorundur bu. Başka hayvanlarda, örneğin diğer primatlarda var mıdır bu istemsiz davranış, yoksa sadece insana mı özgüdür, uzmanına sormak gerek. Ama insanda bulunduğu belli.

Tabii biz burada refleksif bir davranış biçimi olarak utanma duygusundan değil, toplumsal (kültürel) evrimin bir sonucu olarak “utanma bilinci”nden söz ediyoruz. Ama yine de bu bilinç, biyolojik bir köken zemininde yükselmiş olabilir.

“Utanamayan insan” olabilir; çok ağır psikiyatrik vakalarda, ilerlemiş demans durumlarında veya ağır beyin hasarlarında böyle bir durum yaşanabilir. Ama “utanmayan” bir insan olabilir mi? Çok zor! Ancak bu duruma yaklaşanlar olabilir sanırım. Bu nedenle “utanmaz adam” lafı edilebilecek en ağır küfürlerden biridir; “namussuz”, “şerefsiz”, “ahlaksız” gibi küfürler yanında hafif kalır.

Kısacası “utanmaz” olmak için biraz insanlıktan çıkmak gerek. “İnsanüstü” (veya “insan-altı”; ama ne kadar altı?) olmak gerek.

***

“İnsanüstü” şeyler var mıdır? Elbette vardır. En başta doğa (evren) ve yasaları. Yer çekimi, bir insan yüksekten düşüp öldüğü zaman utanmaz. Faylar, kırılıp depreme yol açtıkları için özür dilemezler. Nükleer bomba atılması sonucu on binlerce insan öldüğünde doğabilecek utanç uranyum atomuna ait değildir.

Bir de insanlar tarafından yaratılmış insanüstü varlıklar var. Örneğin “tanrı”. Örneğin “devlet”. Aslında insanların yarattığı insanüstü soyut simgeler ve her türlü somut örgüt ve organizasyon… Bunlar utanır mı? Bu da zor bir soru. Tek tek incelemek lazım; hatta her birini çeşitli aşamalarında incelemek lazım... Sanırım bu simge ve kurumların insandan ne kadar uzaklaştıkları, insanın ne kadar üstüne çıktıkları bir kıstas teşkil edebilir. Ne kadar “insanüstü” olurlarsa o kadar “utanmaz” olurlar.

Tanrı’yı ele alalım. Tanrı utanır mı? Çok-tanrıcılık döneminde utanan tanrılar var. Mitolojik metinlerden anlayabileceğimiz gibi Zeus bile utanıyor bazen yediği haltlardan dolayı. Bunlar çok “insani” tanrılar. Tek-tanrılı dinlerin tanrıları ise “utanmaz” oluyorlar. Çünkü çok soyutlar, çok insan üstüler. İslam’ın Allah’ının utanabileceğini düşünebilir misiniz? Tövbe, tövbe!

***

Peki, devlet utanır mı? Devlet tanrı kadar soyut ve insana uzak değil, dolayısıyla utanabilir. Zaman zaman devlet adına özür dilendiği olur örneğin. Ayrıca devletin yasalar ile düzenlenmiş sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar yerine getirilmediği zaman yaptırımlar devreye girer. Bunlar, devletin utanma mekanizmalarıdır.

Fakat bunlar kitabi ilkeler; belirleyici olan pratikte ne kadar işlediğidir. İlginç ama, devlet ne kadar insileşirse o kadar utanmaz, ne kadar kurumsallaşırsa o kadar utanır olur (Bu, her türlü kurum için geçerli; sosyalist partiler de dahil). Yani devlet ne kadar -kurumlar tarafından değil de- insanlar tarafından temsil edilmeye başlarsa o kadar utanmaz olur. Çünkü bu durumda devlet insanlaşmamıştır, insan devletleşmiştir. Devlet ne kadar kişiselleşirse (kral, hükümdar, sultan, başkan, reis vb.) utanma mekanizması da o kadar dumura uğrar. Örneğin Trump’ın ünlü mektubu bir kuruma (devlete) yazılamazdı; yazılırsa o kurum utanırdı ve/veya muhatabını da utandırırdı. Ama devletleşmiş kişiye (veya kişileşmiş devlete) yazıldığında “yarabbi şükür” muamelesi görebiliyor. Utanma mekanizmalarına sahip olan kurumsallaşmış devletler birbirlerine, ne “dear”, “don’t be a fool”, “I will call you later” diye hitap ederler ne de böyle hitap edildiğinde bu lafları yerler.

Bireye gelirsek, insan ne kadar devletleşirse (o, dolayısıyla devlet) utanma duygusunu da o kadar yitirir. Kişinin ne kadar “devlet adamı” veya “devletin adamı” olduğu, utanma duygusunu ne kadar yitirdiğiyle ölçülebilir. Bunu, çevrenizdeki devletleşmiş insanlardaki değişimlerden görebilirsiniz. “Devlet(in) adamı” ancak devleti utanırsa utanır; daha doğrusu utandırılır. Daha da doğrusu, devlet onları utandırarak (örneğin içeri atarak, hatta imha ederek) kendi utanma sorununu halleder. “Devlet(in) adamı” olmanın böyle bir riski ve bedeli vardır. “Devlet(in) adamı” olarak utanma kalkanı edinebilirsin ama gün gelir devletin utanma ihtiyacının malzemesi de olabilirsin. “Devlet(in) adamı” bu riski en aza indirmek istiyorsa, devletin “utanma ihtiyacı”nı fark etme ve konumunu ona göre ayarlama becerisi kazanmalıdır. Böylelerine “her devrin adamı” denir; en utanmaz olanlar da bunlardır. Utanmamanın ustasıdırlar.

Devlet-utanç ilişkisi üzerine daha çok kalem oynatılabilir ama kısaca söyleyebileceğimiz devletin utanmaz ama utandırılabilir olduğudur (tanrıdan farkı bu). Devleti utandırma çabası sınıf mücadelesinin bir cephesidir.