Türk Romanlarında Devrimlerin Önünü Kesen Tipikler – 5

Yayın tarihi: 2 Eylül 2019 Pazartesi 7:28 pm - Güncelleme: 1 Mayıs 2020 Cuma 7:02 pm

Sayıl Cengiz Gündoğdu

Devrim, Kemal Tahir Romancılığı ve Gerçekçilik

Her devrim karşıtını yaratır…7 Her koşulda bir kavga başlar karşı devrimcilerle devrimciler arasında.

Kavgayı devrimciler kazanırsa toplum ileri atılır, değilse atılımlar durur.

Türkiye bu açıdan canlı bir gösterge tablosu taşır.

Devrim kavgalarının en önemli yanı şudur. Devrimciler hiçbir zaman “Kazandık” diye gevşememelidir… değilse, devrimlerin tarihine bakarak söylüyorum “Kazandık” diyen devrim, trajik sona hazır olmalıdır. Karşı devrimciler hiç boş durmuyor… canı pahasına karşı devrim için savaşım veriyor. Bunu anlamalı.

Devrim, karşı devrimci için bir anlamda ölüm demektir. Bu duygunun etkisiyle, şu belli, karşı devrimci, devrimciye göre daha atılgan oluyor.

Aydınlanma Devrimi

Devrim, yeni bir dünya için geçmişin yıkılması demektir. Devrim fırtınası böyle esiyor. Karşı devrimcinin varoluşsal dayanaklarını da yok ediyor devrim fırtınası. Karşı devrimci bu dayanakları bırakmak istemiyor. Bu noktada tırnaklar kırılırcasına amansız kavgalar veriliyor.

Köy Enstitüleri bu anlamda Türkiye’de aydınlanma devriminin çekirdeğidir. Karşı devrimcilerle devrimciler bu çekirdeğin çevresinde yer almışlardır.

Karşı devrimciler bu işin köy çocuklarını okuma yazmakla bitmeyeceğini anlamışlardır.

Köy çocuklarının… özellikle kız çocuklarının okutulması ne anlama gelmektedir. Her karşı devrimci algı gücünüz… kurgu gücüne buna bir yanıt verse de, kesin sonuç eldekilerin gideceğidir. Bundan ötürü karşı devrimciler hızlı davranmışlar… ateş bacayı sarmadan Enstitü dönemi kapatılmıştır.

Hızlı… kesin… tartışmadan bitirilmiştir Köy Enstitüleri… Çünkü İsmail Hakkı Tonguç “Sıçmasını bilmeyen köylüye” okutma öğretmeye kalkmıştır.

İsmail Hakkı Tonguç’un geniş, pırıl pırıl zihni anlaşılmamış… ne demek sıçmasını bilmeyene okuma yazma öğretmek…Ama bu karşı devrimcileri korkutmuştu. “Sıçmasını bilmeyene okuma yazma öğreten” kişi, hızla etkisiz duruma getirilmelidir, getirilmiştir.

Bozkırdaki Çekirdek Nasıl Bir Roman

Kemal Tahir’in romanında bu anlattıklarım yok. Enstitü kuruluşundan belli bir dönemi almış… Bir küme eğitimci Kastamonu dolaylarında okul kurmak için yoldadır. Yolda Şefik Ertem’e rastlarlar.

Ertem enstitülere karşıdır. Bir de köylüler…

Bozkırdaki Çekirdek nasıl bir roman. Önce bir alıntı. Külüstür bir cip, Genel Sekreterliğin önünde durur.

Karayağız Milletvekili ineni tanıyınca konuşulanlar dışarıdan duyulabilirmiş gibi ‘Sus’ anlamına elini kaldırdı.

-Geldi herif!

-Kim?

– Senin Bulgaryalı Genel Müdür

(…) Karayağız Milletvekili, birden değişmiş, akları kanlı patlakça gözlerine düşmana atılış sıralarının kırıcı oynaklığı gelmişti. (20) /İlköğretim Genel Müdürü girdi, Prusya subayları gibi topuklarını vurup çenesini indirerek selam verdi.

Milletvekili, Genel Müdür’e kızıyor… tamam söylenecek söz yok. Peki şuna ne demeli. Genel Müdür’ün militer selamına ne demeli. Genel Müdür’ün asıl işi El-işi öğretmenliği.

Bir de şu; Genel Müdür izin isteyerek odadan çıkar, başka işleri vardır.

Kemal Tahir, bunu şöyle anlatır, “Sesinde adı günlük emre geçmiş genç bir teğmenin mutluluğu, yürüyüşünde yalnız kendi güçleriyle başarabileceklerine inandıkları küçük ülkülere saplanmış, küçük ülkücülerin kasıntılı güveni vardı.” (26)

Gerçekçi yazar böyle yapmaz. Küçük ülkülere saplandığını söylemez. N’apar gerçekçi yazar, gösterir. Okur, karar verir küçük ülkülere saplanmışsa… bunlar bir yana Köy Enstitüsü küçük ülkü değil, büyük ülkü… yüce bir ülkü.

Şefik Ertem karakteri için şöyle der Özden Özütemiz;

“… Alfred Hitchock için her filminde mutlaka bir kez görünür denir. Kemal Tahir de Bozkırdaki Çekirdek romanında Şefik Ertem giriyor romana. (Gerçi bununla da yetinmiyor Kemal Tahir. Kimileyin Nuri Çevik’in kimileyin Emine Güleç’in ağzından konuşuyor, tezlerini onlara da söyletiyor.) Biz Şefik Ertem’in ağzından Kemal Tahir’i dinliyoruz. Tuhaf durum şu. Şefik Ertem, İsmail hakkı Tonguç’un Canlandırılacak Köy kitabında uzunca bir bölümü ezberden eksiksiz söylüyor. Sonra bu bölümü çözümlemeye çalışıyor. Bu çatışmada tuhaf olan bir durum daha var. Şefik Ertem enstitü tasarısına olanca gücüyle saldırırken, bu enstitü düşüncesinin kendisini umutsuzluktan, intihar düşüncesinden kurtardığını söyleyen, Anadolu üstüne uzun uzun ‘söylev’ veren Halim Akın’ın bu saldırılara karşı çok zayıf kalması. On üç yıldır enstitü işiyle uğraşan Halim Akın doyurucu yanıtlar veremiyor. Bu Halim Akın’ın değil, Kemal Tahir’in seçimi. Bu açığı kapatmak için Kemal Tahir, Halim Akın’ın enstitülerle ilgili eleştirileri saçma olarak nitelediğini, bu nedenle eleştirilere gülüp geçtiğini söylüyor. Bu nokta örgeyi aksatıyor. Yazarın kuklasına dönüşüyor Halim Akın da Şefik Ertem de.” (1)

Bir de şu var; işadamını çok yönlü anlıyor Kemal Tahir. Tonguç işadamı dedikte, işini tam anlamıyla yapan anlaşılmaz. Mütegallibe yerine işadamlığını savunmuyor İsmail Hakkı.

Şefik Ertem yazı devrimine de karşıdır. Şöyle der; “1928’de aldık alfabeyi… hem de eskisi zordu bu kolay diye…

Romandaki dil tartışması, İsmail Hakkı Tonguç’u haklı çıkarıyor. Tonguç “Rejimi yarı aydınların suikastından koruyarak önlemleri savsaklamak gerekir” der.

Tonguç haklıdır. Cumhuriyet yarı aydınların suikastlarıyla geri bırakılmıştır… aydınlanma önlenmiştir.

Köy Enstitülerini eleştiren Şefik Ertem ne söylediğini bilmeyen bir yarı aydındır. Köy Enstitülerini savunan Halim Akın da yarı aydındır.

Dil işinde sorun nedir, filozof Takiyettin Mengüşoğlu’dan dinleyelim.

Türkler de İslam dinini kabul etmekle o dinin kitabının yazdığı Arapçayı da öğrenmek zorunda kaldılar. Her din, belli bir kültürü de birlikte getirir. Germenler için bu kültürün, yani felsefe ve bilimin taşıyıcısı Latince; Türkler için bilim ve felsefenin taşıyıcısı Arapça idi. Bu kültürün içine girmek, ancak dil ile gerçekleşebilirdi. Böyle bir durum bir ulusun aydınlarını o dili öğrenmeye zorlar. Fakat Almanya’da olduğu gibi bizde de halk kendi öz dilini terk etmedi; yine onunla düşündü ve konuştu. Halk yalnız duaların, anlamını anlamadan, anlamaya gerek görmeden öğrendi. Aydınlar ve yarı aydınlar bu dili kutsal bir dil olarak gördüler. / İmdi halk düşünme derken, aydın ve yarı aydın tefekkür, teemmül, mülahaza gibi sözcükler kullandı, fakat halkın Türkçe sözcükleri ile aydınların bu sözcükleri yan yana yaşadılar. Yine halk sezmek, sindirmek, göğüs, karın boşluğu, köprücük kemiği, ilik, burun, burun delikleri, dudak, ağız, göz, ekşi derken, aydın ve yarı aydın kendisiyle düşündüğü dilden kelimeler alıyor. Örneğin sezmeye hads; sindirmeye, hazım; göğüs boşluğuna, cevfi sadır; karın boşluğuna, cevfi batın; köprücük kemiğine, azmi terkove; burna, enf; burun deliklerine, ecvafı enf; dudağa, leb; ağza, fem; göze, ayn; ekşiye, hamız diyor. Böyle yabancı sözcükleri dilimize sokan ‘hazıra konma’ gibi bir durum olmuştur. Bu yüzdendir ki, yüzyılımızın başlarında bile Bergson felsefesini tanıtmaya çalışan aydınlar, bu felsefedeki terimleri öncelikle Arapçadan almışlar, ‘hamlei hayat’ ‘hads’ gibi kelimeleri dilimize sokmuşlardır. / Yalnız böyle bir durumun baskısı altında halkın dili ilgi görmedi; halkın gereksinmediği birçok sözcükler terkedilip kayboldular; ve halkın günlük dili gelişmedi, olduğu gibi kaldılar. Türkçemiz böyle bir gelişmeye yüzyıllarca saplanıp kalmış, ‘Osmanlıca’ adını alan üçüzlü dil de sürüp gitmiştir. İşte halk diline inmek demek, dilimize zorla girmiş sözcüklerden dilimizi temizlemek demektir.” (2)

Dil… yazın devrimi, yüzyıllarca saplanmış bir köklü anlayışa karşı yapılmıştır. Bunu bizim birçok aydınımız anlamadı.

Köy Enstitüleri; önünde sonunda köyde mülkiyet sorununa dayanacaktır. Toprak ağaları… aşiret ağaları bunu hemen anladılar.

Boşver

Genel Müdür odadan çıktıktan sonra “Karayağız Milletvekili hakarete uğramış gibi davrandı.

-Bu nasıl bırakıp gidiş! Bu nasıl oturup kalkış! Cigarayı söndürmedi hiç… Bir kaldı, ayak ayak üstüne atmadığı… Alt yanı, kırtipil elişi öğretmeni…Sen de öyle bir hikaye anlattın ki aşk olsun, ‘ Yangına benzin döknek’ buna derler. Nah yazdım şuraya arkadaş! Yakında çok büyük kötülüklerini görürüz biz…Genel Sekreter’in kurnaz kurnaz gülümsemesinden işkillendi-: ne var allasen? Hayır, var bir şey… Gizli mi yoksa bizden? Alınırım şartolsun!

  • Senden gizleyeceğiz de nasıl başaracağız?

  • Neyi?

  • Geçen akşam görüştük enine boyuna…-Söyleyeceklerinin tadını çıkarmak istiyormuş gibi duraklayarak konuşuyordu.-: Karar verdik… Kapatacağız Köy Enstitülerini…

  • Kapatacak mıyız? Ne diyorsun! Gerçek mi? Hay Allah sizden… -Elini dizine sevinçle vuracakken durdu -: öyle de, bu herifi enstitü kurmaya yollamak neyin nesi?

  • Boşver! Kapatacağız!” (26-27)

Tarihin Trajik Noktası

1946’da Türkiye’de ülke ölçeğinde bir trajedi yaşandı. Bozkırdaki Çekirdek bu trajediyi roman içinde gösteremiyor. Buna karşılık Türkiye’de aydınlanmayı engelleyen tipleri kukla biçiminde de olsa görüyoruz.

Milletvekilleri… Parti Genel Sekreteri… Milli Şef… Köylüler…

Hasan Ali Yücel… İsmail Hakkı Tonguç kıyıma uğratılıyor… Kitaplar yakılıyor. Türkiye’de aydınlanma hareketi durduruluyor.

Karayağız Milletvekili umutsuzdur. Şef, çok ileri gitmiştir, zor döner. Daha geçende şöyle demiştir. “Türk milletinin yeni ve yüksek cemiyetini kurmak için beslediğimiz bütün umutlar öğretmenlerimizin değerine, karakterine ve gücüne dayanıyor. Biz öğretmenlerin büyük ülküye ehil yaradılışta olduğuna inanıyoruz” dedi.

Genel Sekreter işini bilir. Bu ülkede kara çalma mı yok… Celali… zındık… mürteci… ittihatçı… tarikatçı.

Komünist

Yöntem şöyle işler “Osmanlıda töredir, sıkışınca, yapan da bizden olacak, yıkan da…Yalnız yapan bir şey yapmakta olduğunu bilmeyecek, yıkan da bir şey yıkmakta olduğunu… Bir dolaptı dönecek, suyun nereden gelip nereye gittiğini çekenler değil, onları dolaba koşanlar bilecek!” (31)

Genel Sekreter’in dediği olur, komünist suçlamaları başlar…

Kaynakça:

  1. Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek, 8. Basım, İthaki Yayınları, 2017, İstanbul.

  2. Özden Özütemiz, Bozkırdaki Çekirdek, Romanda Estetik Kalkışma 2, İnsancıl Yayınları, 2016, İstanbul.

  3. Takiyetttin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, 8. Basım, Remzi Kitabevi, 2003, İstanbul.