Siyasal gündemde, solun çeşitli kesimlerini de içine alan yeni bir tartışmamız var; Şeyh Sait isyanı… Bu tartışma bir yanıyla hem çok eski hem de fazlasıyla güncel. Şeyh Sait İsyanı, Doğu İslam dünyasının en büyük ilerici atılımı olarak değerlendirilebilecek –ki sosyalist literatürde, örneğin III. Enternasyonel kararları ve metinlerinde böyle ifade edilir- Cumhuriyet Devriminin henüz ilk yıllarında, Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından patlak veren, Diyarbakır merkezli şeriatçı bir kalkışmadır.
Ancak, bu isyanın Kürt bölgelerinde gerçekleşmesi ve bu nedenle kaçınılmaz olarak etnik bir boyutunun da bulunması nedeniyle, dar da olsa solun bir kesimi ve esas olarak Kürt siyasal hareketi tarafından “ulusal bir özgürlük mücadelesi” şeklinde de değerlendirilir. Bu yaklaşım, hem tarihsel hem sosyalist açıdan hem de toplumbilimsel bakımdan son derece yanlış bir tutumu/ yaklaşımı ifade eder.
Diğer taraftan, İslamcı çevreler, Şeyh Sait İsyanına yaklaşım konusunda çok daha tutarlıdır. İslamcı hareketin tamamı ve dar da olsa Türkiye sağının bir kesimi Şeyh Sait’e tereddütsüz sahip çıkıyor. Çünkü, etnik /ulusal bir boyutu da olsa, Şeyh Sait İsyanı tartışılmaz şekilde şeriatçı ve hilafetçi bir ayaklanmadır. İngiliz emperyalizmi tarafından kışkırtılan ve desteklenen dinci bir isyandır. İsyancıların temel talepleri şeriat rejiminin ve Hilafetin geri getirilmesidir. İsyana ilişkin eldeki bütün temel belgeler bu durumu net şekilde ortaya koymaktadır. Öyle ki, isyan sırasında yurtdışında olan Osmanlı’nın son Padişahı Vahdettin’in de –ki işbirliği yaptığı İngilizlerle birlikte ülkeden kaçmıştı- Şeyh Sait isyanını desteklemesi tesadüf değildir.
İsyanın niteliğini anlamak için, taleplerinden kısa bazı başlıkları almak bile yeterlidir. Nakşibendi Şeyhi Sait, isyana katılan dava arkadaşı Seyit Abdülkadir’in İngilizlerle yaptığı görüşmelerden ve hazırlıklardan sonra, 13 Şubat 1925’te Diyarbakır’ın Eğil bucağı Piran (Dicle) köyünde Hilafeti kaldıran ve şeriat düzenini yıkan genç Cumhuriyet’e karşı silahlı bir ayaklanma başlatıyor.
Şeyh Sait, halkı din adına isyana çağırıyor. Bu amaçla bölge halkına dağıtılan bildirilerde; “Halife sizi bekliyor!”, “Halifesiz Müslüman olmaz!”, “Halife memleketten çıkarılamaz!”, “Şiarımız dindir!”, “Hükümet dinsizdir!”, “Şeriat isteriz!”, “Kadınlar çıplaktır!”, “Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!” şeklinde ifadeler yer alıyor. Bölgede yeterli askeri güç bulunmamasının etkisiyle isyan kısa sürede büyüyor. İsyancılar başlangıçta Elazığ dahil bölgenin bir bölümüne hakim oluyor. Bu konuda daha geniş bilgi için tarihçi Sinan Meydan’ın konuya ilişkin yazıları ile Ümit Doğan’ın “Şeyh Sait Gerçeği” adlı son kitabına bakılabilir. (Bkz. Ümit Doğan, Şeyh Sait Gerçeği, Kripto Yayınları, 2023 İstanbul).
Ancak, bölgedeki Kürt aşiretlerinin önemli bir bölümü (yarıya yakını) isyana katılmıyor. Ardından bölgeye sevkedilen askeri birlikler isyanı bastırıyor. Yargılamalar ve idamlar geliyor. Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılıyor. Muhafazakar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılıyor ve ülke baskıcı bir döneme giriyor. Takrir-i Sükun Kanunu 1929 yılına kadar yürürlükte kalıyor. Olayı tarihsel materyalist bir perspektiften ele aldığımızda; kaba çizgileriyle özetlediğimiz bu tablo bile bir devrim ve karşı devrim çatışmasından başka şeye işaret etmiyor. Tarihsel ve sosyolojik gerçeklik net şekilde böyledir.
Son olarak DEM Parti adını alan demokratik Kürt siyasal hareketinin, –ki solda yer alan seküler bir hareket olduğunu söyleyebileceğimiz bir çizgiyi temsil ediyor- Şeyh Sait İsyanının etnik niteliği nedeniyle ona sahip çıkması, dahası bu nedenle laik, cumhuriyetçi ve sosyalist çevreleri suçlamaya kalkışması anlaşılır gibi değildir. Bu tutum, bir tarih bilinci yoksunluğundan ve bilgisizlikten (ya da yanlış bilinçten) kaynaklanmıyorsa, tipik bir milliyetçi tutumdan ibarettir. Soru şudur; Kürt siyasal hareketi Hilafeti ve şeriatı mı savunuyor? Yoksa insan aklı ve vicdanının özgürleşmesi demek olan akıl ve bilim merkezli bir kamusal hayatı, yani laik bir düzeni mi esas alıyor. Eğer ikincisinden yanaysa Şeyh Sait’e sahip çıkması düşünülemez. Bu yanıyla Şeyh Sait ancak, bir Kürt-İslam hareketi olan Hizbullah’ın ya da Hüda Par’ın temsil ettiği gelenek içinde bir anlam ifade edebilir.
Bu yazıda, Şeyh Sait İsyanı üzerinde daha fazla durmak yerine, solun bir kesiminin bakışında büyük bir çarpılmaya yol açan yanlış tarih metodolojisi üzerinde bir tartışma yapmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Ancak, konuya geçmeden önce belirtmeliyim ki; bu sorun klasik deyimle sadece tarihçilere bırakılacak bir tartışma değildir. Yazının başında da ifade ettiğim gibi, bu tartışma bir yanıyla eski olmasına karşın, şeriat ve hilafet istemli bir karşı devrim saldırısı günceldir. Bu nedenle, Şeyh Sait İsyanı, sadece tarihçilere bırakılacak bir konu değildir, güncel bir siyasal ve ideolojik mücadele alanıdır.
Bu önemli ve güncel ideolojik ve kültürel tartışma (ve dolayısıyla mücadele) alanına ilişkin yazımın yarın yayımlanacak ikinci bölümünde, solun tarih bilincinde derin bir çarpılmaya yol açan liberal ve etnik/ milliyetçi tarih anlayışını ele alacağım.