Rusya-Ukrayna savaşının düşündürdükleri-2

Yayın tarihi: 9 Temmuz 2022 Cumartesi 11:27 am - Güncelleme: 9 Temmuz 2022 Cumartesi 11:35 am

Ertürk Akşun

Geçen haftaki yazımızda, Rusya-Japonya Savaşı’na ve bunun Doğu-Batı arasındaki çatışmaya etkisine odaklandık. Savaşın bugünkü cephesinde ise Doğu’da Rusya, Batı’da Ukrayna gözükmektedir (Ukrayna tek başına Batı değil elbette, bütün Batı’nın bir temsilcisi olarak).

Belki de bu yazıda hedeflenenin ne olduğunu maddeler halinde önceden vermek, yazının daha iyi anlaşılması adına en mantıklı yol olacak. Ama öncesinde son söylemek istediğimi baştan bir cümleyle ifade etmem gerekirse; yaklaşan büyük bir dünya krizi var ve bu yeni kriz –her büyük krizde olduğu gibi– dünyanın yeniden şekillenmesine ve bunun sonucu olarak da yeni bir dünya savaşının patlak vermesine sebep olacak. Bunun yanı sıra elbette, dünyanın 1991’den sonra oluşan tek kutuplu halinden, çok kutuplu dünya olasılığına doğru hızla ilerlemesi gibi yeni olanaklara da fırsat tanıyacak. Ama asıl soru, bizlerin yani kendini ezilenler tarafında konumlandıranların nerede duracağı ve neler yapabileceği. O yüzden önce şu sorulardan başlamak yerinde olacak:

1. Rusya-Ukrayna Savaşı, yeni bir dünya savaşının başlangıcı mı?
2. Bu yeni durum 1. Dünya Savaşı’nın koşullarına neden benziyor?
3. Demokrasi güçler ayrılığı ise, dünyada tek kutupluluk mu yoksa çok kutupluluk mu ezilen halkların çıkarınadır?
4. Dünyayı yönetenlerin ekonomik sistemi neo-liberalizm çürüdü mü, sürecin sonuna mı gelindi?
5. Avrupa Birliği’nin safı ne olacak, Avrupa Birliği çok kutuplu dünyanın vektörlerinden biri olabilecek mi?
6. Batı’nın birdenbire açık olarak faşist yüzünün ortaya çıkmasının sebepleri neler?

Büyük krizler büyük dönüşümlere gebedir

Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ilk günlerinde en çok tartışılan şey, Putin’in despot, Ukrayna’nın da demokrat olup olmadığıydı. Epey uzunca bir süre bu saçma tartışmalarla geçti. Halbuki sorun ne Putin’in despotluğu ne de Batı’nın demokratlığı ve insan hakları savunuculuğuydu. Gelmekte olan geliyordu ve asıl soru, kendini ezilenler tarafında hisseden aydınların neler üreteceği, dahası nasıl üreteceğiydi.
Uzun uzun iktisat tarihi anlatmak niyetinde değilim ama kısaca değinmekte de fayda var. Dünya iktisat tarihinde dört önemli dönüm noktası vardır. Elbette modern iktisattan bahsediyorum. Modern iktisadın kurucuları yani babaları olarak Adam Smith ve David Ricardo gösterilir. Bu iki isim, iktisadı bir bilim haline getirmişlerdir. Bu döneme klasik iktisat dönemi denir.
Klasik iktisatta Adam Simit ve David Ricardo, piyasanın serbest bırakılması, piyasalara ne kadar az müdahale edilirse piyasaların kendi ritmini daha kolay bulacağı tezi üzerinden yola çıkmışlardır. 1850’lerin ortalarından itibaren, dünya ekonomik sistemi bu düstur üzerinden yönetilmekteydi. Bu ekonomik söylem, eski sömürge yönetimine yeni bir açılım getiriyordu. Çok önemli bir örneği ise Doğu Hindistan Şirketi’dir (Doğu Hindistan Şirketi, Kraliçe’den Hint Okyanusu bölgesinde ticaret yapmak için ayrıcalık alabilen deniz tüccarları tarafından 31 Aralık 1600’de kurulan anonim bir İngiliz şirketiydi). Bu, endüstri devrimini gerçekleştiren İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda gibi başat güçler için ürettikleri ürünlerin dünya pazarına sokulmasını kolaylaştıran bir yoldu.
İşte, tam bu noktada devreye Marksist iktisat girdi. Marx, artı değer kavramını bulan Ricardo’ya, artı değerin nasıl bölüşüleceği üzerinden bir yorum getirdi. Bu durum yorumun ötesine geçti ve aslında Ricardo’nun tezinin tam tersi bir teori yarattı. Bu iktisadi teori, 1917’de, dünyanın iki kutuplu olmasına yani artık iki farklı ekonomi yöntemiyle yönetilmesine sebebiyet verdi.
Klasik iktisat teoremi ekonomisi, başat güçler için geçerliydi ama yeni güçlenen ekonomiler ve uluslar için durum hiç de öyle değildi. Onlar da diğer güçlü ekonomiler karşısında kendilerine yer edinmek istiyorlardı. Güçlü ekonomiler ise hızlı bir şekilde tekelci emperyalizme doğru ilerliyorlardı. 1900’lerin başlarında Hobson, Buharin ve Lenin bunu fark ettiler ve tekelci emperyalizm üzerine kitaplar yazıp tezler ortaya koydular.
Çelişki büyüyordu ve bu çelişki aslında dünya savaşının kapılarını da aralıyordu. Sonunda kaçınılmaz olan oldu ve dünya savaşı başladı.
1. Dünya Savaşı’nın en yoğun olduğu savaş alanları maalesef ki Osmanlı topraklarıydı. 1. Dünya Savaşı, sonu getirilmemiş bir savaş olarak tarihe geçti. Savaşın sona erememesinin sebebi ise 1917’de gerçekleşen meşhur Ekim Devrimi’ydi. Tam da bu yüzden, haritalar cetvelle çizilerek savaş alelacele sona erdirildi.
Yarım kalmış savaş, yine reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte kaldığı yerden devam ettirilmek istendi. 1991’den sonra yaşananları aslında böyle okumak gerekir. O tarihten itibaren gerçekleşen her şey, 1. Dünya Savaşı’nı kaldığı yerden devam ettirme çabasıdır. Yalnız bu kez savaş, direkt cepheler arası savaş olarak değil, içsavaş ve etnik kökenlerin birbiriyle çatıştırılmasıyla gerçekleştirildi. Dediğimiz gibi 1. Dünya Savaşı’nın sahası Osmanlı topraklarıydı, yani Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Hazar havzası. Balkanlarda olanları hepimiz daha dün gibi hatırlıyoruz. 1990’larda, milyonlarca insan Balkanlarda ya öldü ya da yer değiştirmek zorunda bırakıldı. Geriye emperyalizme açık, bölünmüş, parçalanmış Balkan toprakları kaldı. Bu savaşın bize bıraktığı terim ise Renkli Devrim oldu.
Renkli Devrimler, Batı’nın büyük para babalarının yerel halkı galeyana getirmek için büyük paralar akıttığı, adına demokrasi havariliği denilen yeni bir yöntemle yapıldı. Sonrasında ise sıra Ortadoğu’ya geldi. Irak, Suriye, Lübnan, Yemen gibi ülkelere, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında, demokrasi havariliğiyle girildi. Bu sahte demokrasi havariliğiyle, sadece Irak’ta altı yüz binden fazla insan hayatını kaybetti. Kuzey Afrika keza aynı şekilde; Renkli Devrimler ve demokrasi havariliğiyle maalesef tüm Kuzey Afrika da savaş alanına çevrildi.
Hazar havzasında da durum farklı değil. Afganistan, Pakistan, Gürcistan ve son olarak da Özbekistan’da karışıklıklar meydana gelmeye başladı. Küreselci güçler hiçbir şekilde planlarından caymak istemiyordu. Ama bu süreçte düşünmedikleri bir şey oldu: Suriye. Suriye’de yaşananlar belki de bu işlerin dönüm noktası olarak tarihe geçecek.
Suriye’nin güçlü laik yapısı diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı olarak savaşa başka bir seyir verdi. Ama arkasına yeni güçlenen Rusya, Çin gibi odakları alması, savaşın bundan sonra seyrinin başka türlü gelişeceğinin ilk sinyalleriydi. Son sinyal ise Ukrayna’da verildi.

Ekonomik krizler sonrası keskinleşen mızraklar

*

2. Dünya Savaşı da yine büyük bir krizin sonucunda doğdu diyebiliriz. 1929 Büyük Buhran’ı hem Amerika’da hem de Avrupa’da büyük çöküşlere neden olmuştu. 1. Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmak isteyen Avrupa, henüz yaralarını iyileştirmemişken Büyük Buhran’la karşılaştı. Hitler’i, Mussolini’yi, Franco’yu yaratan da aslında bu Büyük Buhran’dı. Büyük krizler mızrağın ucunu keskinleştirir. Yani uç fikirler kriz dönemlerinde öne çıkar ve keskinleşir. Günümüzde de hem dünyada hem de ülkemizde faşizmin tırmanmasının sebebi aslında budur. Göçmenler üzerinden toplumun nerdeyse tamamının milliyetçilik çizgisine geldiğini üzüntüyle izlemekteyiz. Aynı göçmen meselesi hem Amerika’da (hatırlayın Trump’ın seçim kampanyasındaki en önemli argüman Meksika sınırına büyük duvar örmekti) hem de Avrupa’da faşizmi tetiklemektedir. Avrupalı birçok düşünür, Avrupa’nın geleceğini Roma’nın yıkılışına benzetmekte. Neden? Çünkü Roma’nın yıkılışı da dış göçler ve barbar akınlarıyla gerçekleşmişti.
Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte Batı’nın o meşhur demokrasisiyle tekrar yüzleşme imkânı da bulmuş olduk. Batı’nın faşist yüzüyle karşılaşmak sanırım birçok Batı hayranını şoke etmiştir. O halde gelin savaşın başlamasıyla birlikte ortaya dökülen Batı’nın faşist söylemlerine kısaca değinelim.
Ukrayna Cumhuriyeti Başsavcısı David Sakvarelidze’nin BBC’ye verdiği demece bir bakalım:

“Ateş altında kalan ve her gün öldürülenler mavi gözlü, sarı saçlı Avrupa insanlarıdır.”

Hitler sanki yeniden hortluyor, sizce de öyle değil mi?
NBC News’ten Charlie D’Agata da Ukrayna başsavcısının başlattığı söylemi sürdürüyor:

“Kiev, göreli olarak uygar, Avrupalı bir kenttir. Yıllar boyunca çatışmaların süregeldiği Irak veya Afganistan gibi değil. Burada o türden şiddet beklenemez.”

Bu söylemle aslında saflar da belli oluyor. Yapılan diğer bazı açıklamalar şöyleydi:

• “21. yüzyılda, Avrupalı bir kentteyiz; ama Irak ve Afganistan’daki gibi füze saldırısı altındayız. Kaçanlar Suriyeli değil, Avrupalı… Böyle bir şey olabilir mi?” (BFM TV, Fransa)
• “Giyimlerine bakın, etkileneceksiniz. Müreffeh orta sınıflardan insanlar. Avrupalı komşularınız gibi… Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’dan kaçan sığınmacılar değil bunlar…” (TV yorumcusu Peter Dobbie)
• “Bize çok benziyorlar; o yüzden şok edici… Ukrayna bir Avrupa ülkesi; insanları Netflix seyrediyor, Instagram hesapları var. Demek ki savaş sadece uzak ve yoksul nüfuslara değil, bize de gelebilirmiş.” (Daily Telegraph)
• “Polonya’ya gelen bu sığınmacılar Suriye’den değil, Ukrayna’dan geliyorlar. Hepsi Hıristiyan ve beyaz; aynen bizim gibi.” (NBC News)

Sanrım bu açıklamalardan sonra artık hepimiz durmamız gereken yeri daha iyi biliyoruz.
İktisat tarihi üzerinden birkaç tahlil daha yapmak gerekiyor. Klasik iktisat, iki büyük savaş ve büyük buhranlarla birlikte koltuğunu kaybetti. İşte, tam bu sırada imdada İngiliz iktisatçı Keynes yetişti. Çok kısa ve basitçe geçelim. Keynes, serbest piyasa ekonomisinin karşısına, daha devlet destekli bir ekonomik model önerdi. Bu ekonomik model, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra iki karşıt kutbun, yeni Soğuk Savaş stratejisiyle birlikte (aslında Soğuk Savaş döneminde iki kutup ne kadar düşman gibi görünse de belirli bir mutabakat temelinde saldırmazlık anlaşması yapmış oldu) kendi iç dinamiklerine dönme imkânı sağladı. Dünyaya ekonomik bir istikrar dönemi geldi. Hem Sovyetler Birliği hem de Batı yani Avrupa ve Amerika iktisadi olarak büyüme trendine girdi. Birçok tarihçinin bu döneme “Altın Çağ” demesinin ana sebebi de budur. İki dünya savaşı geçirmiş dünya, artık bir refah dünyasına dönüşmüştü.
1970’lerin ortalarına gelindiğinde, Amerika’da büyüme oranları yavaşlamaya başlamıştı. 1973 Petrol Krizi ise her şeyin üzerine tuz biber ekmiş oldu. 15 Ekim 1973 tarihinde, Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği’nin (OAPEC) Yom Kippur Savaşı’nda, ABD’nin İsrail ordusuna destek vermesine karşılık olarak ilan ettiği petrol ambargosundan bahsediyorum. OAPEC, ABD ve savaşta İsrail’den yana tavır sergileyen ülkelere artık petrol ihraç etmeyeceğini bildirmişti. Bununla beraber OPEC üyesi ülkeler, dünya petrol fiyatlarını yükselterek ülkelerine giren kaynakları artırmaya karar verdiler. Gelişmiş ülke sanayileri petrole bağımlı durumda olduğu için, OPEC ülkelerinin önde gelen müşterileridir. 1973 yılında petrol fiyatlarındaki şaşkınlık verici artış ve 1973-1974 döneminde borsada yaşanan çöküş, aslında 1929 Büyük Buhran’ından beri yaşanan küresel bir ekonomik krizdi ve sadece fiyat artışlarıyla açıklanamayacak mekanizmalara ve uzun dönem etkilerine sahipti.
Friedman ve Hayek gibi neo-liberal ekonomi tezlerini savunan iki iktisatçı, bu döneme damga vurmuştu. Stajını faşist Pinochet yanında yapan Friedman, aslında bu tür kapitalizm karşıtı ülkelere neler yapılacağının da sinyallerini vermişti. Tüm sınırlar ortadan kalkmalı, şirketlere sınırsız özgürlük verilmeli ki sistem işlesin! Bunun için iç savaşsa iç savaş çıkarılacak, kontrgerilla yöntemleri dahil her şey serbest olacaktı.
Dünyada sömürülecek toprak, sömürülecek insan kalmadığı bugünlere, işte, böylece gelmiş olduk. Gelecek haftaki yazımızda bundan sonra bizi nelerin beklediğini konuşacağız.