Restoratör Kemal
https://tele1.com.tr/bir-sogana-yenilecekler-825994) Cumhur İttifakı’nın neden kaybedeceği üzerinde durmuştum. O yüzden bu haftaki yazımı Millet İttifakı’nın kazanması ve sonrasında yaşanacak süreçler üzerinde durmaya ayırdım.
İddiam şudur: Millet İttifakı seçimi ilk turda kazanır ve Türkiye bir restorasyon sürecine girer. Elbette bu iddianın bir altyapısı var. Şimdi onlara kısaca bakalım.
Burada, bu makale sınırları içerisinde kalmak için, çok kısa kısa geçeceğim veya değineceğim alanların hepsi uzun tartışmalara gebedir.
Restorasyon sürecine iki yönden bakmak gerekiyor: Türkiye iç siyaseti ve dünya siyaseti üzerinden.
Dünya siyasetine ve yönelimine bakacak olursak, daha önceki yazılarımda sık sık dile getirdiğim önemli bir unsur şuydu: Neoliberal sistem miadını doldurdu ve dünya yeniden şekilleniyor. Biz sol, sosyalistler olarak bunun neresindeyiz? Bu yeni şekilleniş önümüzdeki 10 yılı hatta daha uzun bir süreyi belirleyecek gibi duruyor. Kestirmeden söyleyecek olursak, bizi bekleyen kaçınılmaz bir dünya savaşı. Ama unutmamak gerekir ki her büyük savaş beraberinde uzun içsavaşları da doğurur. Dünya tek kutuplu olma halinden çok kutuplu dünya haline yeniden dönmek üzere. Ekonomik olarak Batılı güçler karşısında gelişmekte olan diğer ülkeler BRICS gibi ekonomik bir aradalık oluşumları içindeler. Bunların askeri ve siyasi alanlara dönüşmesi mümkün gibi gözükmekte. Bütün bunların üstüne denk gelen Ukrayna-Rusya Savaşı birçok şeyin habercisi gibi durmakta. Güçlenen Çin, Batı için faşizm tehlikesi (göçler ana sebep gibi duruyor; yıllarca sömürdükleri, içsavaşlar çıkardıkları ya da savaş çıkardıkları sömürge ülkeleri insanları Batı’ya akın etmekte) büyük değişimlerin habercisi. Batı dışı diğer ülkeler için ise alttan gelen yeni sol dalga kendini göstermekte. Bütün bunlar beklenen şeyler ve gözden kaçırılamaz.
Bu konuyu merak edenlere daha önceki yazılarımda detaylı bir şekilde bahsettim (https://tele1.com.tr/fasizmin-degisen-yuzu-neoliberal-cagda-fasizm-812299).
Birçok yazımda o kadar sıklıkla tekrar etmeme rağmen yine de bir kez daha tekrar etmekte fayda var. 1970’in ikinci yarısından itibaren Batılı emperyalist güçler, öncelikle ABD olmak üzere Keynesyen modelden neoliberal modele geçiş sağladı. Elbette bu bir günde, hadi bu sistemden şu sisteme geçiyoruz diye cereyan etmedi. Sosyal hareketlere ve siyasal yönelimlere, komplocu tarzda bakmak büyük bir cahillik örneğidir. Sistemler, birbirine girift bir biçimde yavaş yavaş geçerler. Bir adım ileri iki adım geri veya iki adım ileri bir adım geri biçiminde de diyebiliriz. Neoliberal döneme geçtikten sonra, uzun süre Keynesyen ekonomik model veya oteriteryan kapitalizm modeli birdenbire değişmedi, iki sistem birbiri içinde devam etti ama süreç olarak hep neoliberal sisteme evrilerek tarihsel sürecini sürdürdü.
1970’li yılların ortasından itibaren geçilmeye başlanan bu süreç, en büyük atılımını 1980’lerin başında Reagan-Thatcher gericiliği ile yaptı (aynı dönemde Türkiye’de 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesinin olması gibi). 1990’larla birlikte reel sosyalizmin çöküşü neoliberal düşünceye büyük bir ivme verdi. “İdeolojilerin sonu”, “tarihin sonu” gibi deyimler bu sürecin sonucudur. Bu dönemdeki bu söylemler neoliberalizmin yıkılmaz ve en doğru sistem olduğunu iddia etmek için uydurdukları argümanlardı. 2001 İkiz Kuleler saldırısı ise işi başka bir boyuta taşıyarak, “küresel teröre karşı büyük savaş” deyimiyle yeni bir emperyalist kuşatma olanağı getirdi Batılı güçlere. Bu süreç başladığından bugüne kadar değişmeyen yönelimi ise, kamu kuruluşlarının satılması, özelleştirme, yoksulun daha yoksullaşması, uluslararası sömürünün hâd safhaya çıkması, bunun sonucunda da büyük göçlerin ve göçmenlerin ortaya çıkmasını doğurdu.
2001 ekonomik krizini bir şekilde atlatan (solun ortada olmamasının kesin bir sonucu ve küresel terör olgusu) neoliberal sistem kısa süre sonra daha büyük ekonomik sarsıntı geçirdi. 2008 ekonomik krizi aslında sonun bir başlangıcıydı.
Özetle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu hunhar düzeni kabul ettirebilmek ve sürdürebilmek için çok fazla ileri gidilmiştir. Şimdi ise bu düzenin devam edebilmesinin koşulu olarak bir miktar geriye çekilme, çok ileri gitmiş olan uçların törpülenmesi, yani yeniden düzenlenmesi, bazı alanları geri bırakmak gibi yöntemlere gidilmesinin zorunlu olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Hem dünyada hem de Türkiye’de durum budur. Nitekim Batılı birçok düşünür bunun nasıl yapılması gerektiği üzerine kafa yoruyorlar (elbette burjuva düşünürlerinden bahsediyorum). Özellikle ABD tarafı bir restorasyon süreci yerine, bu sıkışmış dönemi savaş düzeniyle atlatma çabasına giriyor. 2001 krizini böyle aştıklarını düşünüp, küresel teröre karşı savaş yerine, bu kez de Doğu-Batı savaşına girmek istiyorlar. Silahlı güç olarak da NATO’yu kullanmak istiyorlar. NATO’nun genişlemesi çabasını ve savaşa müdahil olmasını bu noktadan okumak gerekiyor.
İşte buna restorasyon süreci diyoruz.
Siyasal olarak restorasyon kavramını birazcık açmamız gerekiyor.
Kelime anlamı olarak restorasyonu, restore etmek, bir eskimiş ürünü, yeniden eski haline getirmek ya da eskiye yakın hale getirmek olarak açıklayabiliriz. Demek ki restorasyon kelimesi, tamamen yeniden üretmek anlamında (devrim) değil, eskimiş olanı, yıpranmış olanı eski haline getirmek için kullanılıyor.
Siyasal olarak restorasyon kavramı da, eskimiş, bozulmuş olan düzeni, eski haline veya eskiye yakın hale yeniden döndürmeyi içeriyor.
Restorasyona iki anlamda bakmak gerekiyor. Şunu söylemek istiyorum, restorasyon devrim süreçlerinden sonra da, karşıdevrim süreçlerinin sonunda da olabiliyor. Fazla ileri giden uçları törpülemek de diyebiliriz buna. Devrim sürecinde de ileri gidilir. Bir devrim, kendisini kabul ettirebilmek için, olabileceğinden çok daha ileri mevzilere uzanmak zorunda kalır. Ancak bir süre sonra bunları sağlama alabilmek için bunların bir bölümünden geri çekilebiliyor. 1917 Ekim Devrimi’nin hemen ardından devrimi yapanlar uzun bir içsavaş dönemi yaşamak zorunda kalıyor. Devrim toparlanma sürecine ihtiyaç duyuyor. NEP dönemini de böyle anlamak gerekiyor. Bir geri çekilme, bir restore etme dönemi diye bakabiliriz.
1789 Fransız Devrimi burjuvazi için fazla ileri gitmişti. Arkasından gelen restorasyon süreci ile taşlar burjuvazi için daha yerli yerine oturmuştu. Fransız İhtilali jakobenlikten jirondenliğe geçişini yapmıştı. Bunun sonucunda birçok devrimci liderin kafası uçurulmuştu.
Kemalist Devrim de 1945’lerde kendini restore ediyor. İnönü- Bayar İttifakı ile, hem yeni dünyaya uyum sağlamak hem de fazla ileri gitmiş uçları törpülemek için bir restorasyon süreci yaşanıyor. Köy Enstitüleri’nin kapatılması, çok partili düzene geçiş, iktisadi olarak devletçilik ve karma ekonomiden burjuva düzenine geçiş bu restorasyon sürecinin birkaç örneği oluyor. Ama bu kez de tersi anlamda çok ileri gidiliyor. İnönü-Bayar’dan sonra iktidarı alan Menderes hükümeti tam tersi yönde sistemin bütün unsurlarını kirletip, içini boşaltınca bu kez de 1960 İhtilali ile kendini restore etmeye çalışıyor.
Unutkan bir toplum olmamıza rağmen birçok kişi 1996 yılında Susurluk kazası ile başlayan süreci hatırlar. O zaman dergilerimizde bu restorasyon süreci ile ilgili birçok yazı yazmıştık.
12 Eylül’le başlayan ve 1990’ların başında doruk noktasına varan içsavaş, rejimin tüm kurumlarını kirletmiş, demokratik bütün niteliklerini bir bir ortadan kaldırmıştı. Bu içsavaş döneminde birçok insan faili meçhul cinayete kurban gitmiş, milyonlarca insan işkenceden geçmiş, birçok aydın öldürülmüştü. Tüm bunlar hunhar bir düzeni kabul ettirebilmek için yapılmıştı. Nitekim bunun sonucunda Susurluk’ta bir trafik kazası, Fadime Şahin’in Kadıköy’de yaşadıkları bir anda ortaya çıkmış ve o meşhur restorasyon süreci başlamıştır.
3 Kasım 1996’da Susurluk’ta başlayan süreç Abdullah Çatlı, Sedat Bucak, Hüseyin Kocadağ, devlet-mafya-siyaset ilişkisi ve Türkiye’nin kirli yüzünü ortaya çıkarmıştı. Müslüm Gündüz-Fadime Şahin olayı ise Kemalist Devrim’in laiklik anlamındaki tüm kazanımlarının 12 Eylül ve devam eden süreçte tamamen yıpranması, ülkeyi camilere ve tarikatlara teslim etme sürecini birazcık geriye çekmek için bir bahane olmuştu.
Karşıdevrimler sürecinde restorasyona; demokratik tüm kurumların yıpranması, kirlenme ve devletin kontrolü dışına çıkan kurumların yeniden düzenlenmesi süreci olarak bakabiliriz. Daha net ifade etmek gerekirse, sistem kendi varlığını sürdürmek için, düşmanlarına (iç düşmanlar) karşı yürüttüğü kirli savaşın, sürdürülebilirliğini kaybetmesi ve sistemi, sürdürülebilir olması için restore etme aşaması. Bizi, yani bugünü tarif eden restorasyon süreci bu ikincisi. 20 yıllık bir karşıdevrim döneminden sonra, sistemin kendini sürdürebilmesi için, kendini restore etmesi gerekiyor.
Lafı daha fazla uzatmadan bugüne gelebiliriz artık.
Sürekli söylediğimiz gibi bir kez daha altını çizelim, Türkiye’ye gelmiş geçmiş en ABD yanlısı, en neoliberal parti AKP’dir. Bunda kuşku yok. 20 yıllık AKP iktidarı döneminde hiç olmadığı kadar neoliberal ekonominin ve siyasal düşüncenin koşulları uygulanmıştır. Ama, AKP, ABD için hâlâ en iyi aparat olma özelliğini taşısa da, bu AKP ile yola devam edemeyeceğini kestiren bir ABD var ortada. Kısa bir ek yapmak gerekiyor bu noktada. Recep Tayyip Erdoğan çıkışında ben BOP’un eş başkanıyım söylemleriyle yola çıkmıştı. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana eksenini “ılımlı İslam” tezi oluşturmaktaydı. Büyük Ortadoğu Projesi artık çökmüştür. Ilımlı İslam tezinin ana eksenini oluşturan Müslüman Kardeşler tüm ülkelerde çökmüştür. Ama ABD politikasını incelerken şunu göz ardı etmemek gerekir. Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidardan uzaklaştırılırken, ABD 40 yıllık projem çöküyor aman ne yapacağım demiyor, bir kalemde Müslüman Kardeşler safını bırakıp, başka bir aparat arıyor. Anlatmak istediğim, siyasette, özellikle burjuva siyasette dün yoktur, netlik yoktur, her şey birbirinin içinde ve girift bir şekilde devam eder. Ülkemizde de Müslüman Kardeşler temsilcisi AKP’den vazgeçebilir ABD. Ama bu tamamen orayı bıraktı anlamına da gelmez.
Önümüzde bir seçim dönemi var. Bu seçim bir tarafıyla saf AKP iktidarının sürmesidir ki geçen yazımızda belirttiğimiz gibi bunun devamında Türkiye’nin Batı’dan tamamen kopup, yeni bir Afganistan, İran olma durumu mevcuttur. Diğer tarafında ise Millet İttifakı durmaktadır ve bunun sonucunda bir restorasyon sürecinin kaçınılmazlığı söz konusudur.
Kısa kısa olayların gelişimine bakmakta fayda var.
Altılı masa diye tabir edilen oluşumu da tam bu noktadan okumak gerekmektedir. Beş benzemezin, hiçbir şekilde tartışmaması sanırım en çok Erdoğan’ı şaşırtmıştır. Erdoğan’ın beklediği “Nasıl olsa bunlar bir yerde kavga ederler” tezi seçimler yaklaşırken Erdoğan’ı düşündüren en önemli olgudur. Sanki bir üst aklın, iyi oluşturulmuş stratejisini izler gibiyiz. Mart ayında yaşanan Meral Akşener krizini de yine aynı noktadan okumak gerekmektedir. İlle de İmamoğlu çıkışı, aslında restorasyon sürecinin de izleyeceği yolu göstermektedir. Anladığımız kadarıyla ABD asıl, Akşener (ki her zaman daha kullanışlı bir aparat olarak) ve İmamoğlu’yla restorasyon sürecini daha ılımlı, ABD’nin daha çıkarına, daha sola evrilmemiş bir süreç olarak istiyorlardı.
Kılıçdaroğlu için sanırım en çok korkulan şey, biraz daha sola eğilimli ve biraz daha ileri bir restorasyon tespitidir. Şu an için Kılıçdaroğlu’nun kazandığını görüyoruz ama seçim sonrasında İmamoğlu ve Akşener grubunun yeniden sahaya çıkma ve restorasyon sürecini kendilerine göre belirleme çabalarının devam edeceğini düşünüyorum. İşte restorasyonun bu şekilleniş durumunda sola büyük iş düşmektedir. Nereye evrileceği büyük ihtimalle sola bağlıdır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun son bir yılda söylemlerinin netleşmesi, Beşli Çete, kamu görevlilerinin çok maaşlı olmaları, kamu kuruluş sınavlarında mülakatın kaldırılacağını söylemesi bizlere önemli işaretler vermektedir. Ama dikkat edilirse, Kılıçdaroğlu’nun büyük finans kurumlarına veya tekellere ilişmemesi de diğer anlamda önemli işaretlerdir. Ama ne çürümüş eğitim ve özellikle paralı eğitim hakkında ne de tamamen rotasını kaybetmiş sağlık sektörü hakkında bir program sunuyorlar. Bunlar restorasyon sürecinin sınırlarını görmemiz açısından önemli ipuçlarıdır.
Kürt hareketinin bu seçimlerde bu kadar net bir tavır takınmasının ve Kılıçdaroğlu’nu işaret etmeleri de bu sürecin netliklerinden bir tanesidir.
Kürt hareketi, ABD planlarına dahil olmuştur. Restorasyonun diğer görünür kısmı budur. Yeni bir açılım süreci beklenmelidir. Tam da bu yüzden ve de tam bu noktadan, seçim arifesinde HDP’nin birdenbire tavır değiştirmesi ve TİP ile neredeyse sokak ağzına varan bir tartışmaya girmesinin sebeplerine iyi bakmak, doğru yerden okumak gerekmektedir. Geçen hafta yayımlanan Fehim Taştekin’in değerli yazısı okunmalıdır (https://www.gazeteduvar.com.tr/kievin-komplosu-ve-rojavanin-yol-haritasi-kurtler-nasil-bir-kavsakta-makale-1614902).
HDP şu an elinin çok güçlü olmasını istiyor. 70 milletvekili değil de 80 veya 90 milletvekili seçilmesi bu yeni süreç için, elinin güçlü olması bakımından çok önemlidir. TİP’e yapılan bu baskıyı da tam bu noktadan okumak gerekmektedir. Ama her iki ittifakın da milletvekili sayısı bakımından HDP’ye ihtiyaç duyması elini güçlendirmektedir. Ayrıca son anda HDP’nin milletvekili adaylığı için çok simge iki ismi (Hasan Cemal ve Cengiz Çandar) listelerine alması gayet açık bir tutumdur. HDP, seçim sonrası siyaseti için gerekli ipuçlarını oldukça açık vererek ortaya koymaktadır. Bu konu için Merdan Yanardağ’ın yazısı okunmalıdır (https://tele1.com.tr/solun-hdp-ile-imtihani-830422).
Bu yazı duygusal bir yazı değildir. Hatta duygulardan arındırılmaya çalışılmış bir yazıdır.
Örneğin; birçok eski ulusal solcunun (tam solcu demek çok yanlış ama bilerek söylüyorum) aslında ulusalcı diyelim, birdenbire AKP’li olmasının temelinde de ciddi sorular var (en tipik örneği Mehmet Ali Çelebi). Sadece dış politika ve ulusal bazı işler için AKP saflarına geçmesi, bu kesimlerin aslında ne kadar pragmatist ve sığ olduğunu göstermektedir. Ulusalcılık için ülkenin yeni bir Afganistan olmasını bile göze almak, ancak böyle bir körlüğün yansıması olabilir.
Elbette şu soru önemlidir: Türkiye bu şekillenişte nerede yer alacak? NATO kampı mı? Yoksa Rusya kampı mı? Ya da başka bir yol mevcut mu? Sol ve sosyalistlerin işte tam bu noktada alacakları tutum ve hem nitelik olarak hem de nicelik olarak baskısı önemli olmaktadır. Sığ bir şekilde bir kampa dahil olmak mı, yoksa kendine yeni bir yol çizebilmek mi? Bir örnek verebiliriz bu konuda, Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ün uyguladığı İngiltere-Sovyetler Birliği arasında tampon bölge anlayışı, bugün için, ABD-Rusya kampı için de geçerli olabilir mi? Bu tampon bölge kavramı için, Yalçın Küçük’ün Gizli Tarih kitabı mutlaka yeniden okunmalıdır.
Bu arada Bulutsuzluk Özlemi’nin meşhur şarkısını anmadan geçmek olmaz. “Çelişkiler keskinleşsin diye, böyle mi geçsin ömrüm? Acil demokrasi...” Şunu artık biliyoruz ki “dip”in her zaman daha da dip hali mevcut. Çelişkiler her zaman güçlü olanı daha da yıkılmaz hale getiriyor. Troçki’nin tespiti bu noktada daha doğru gibi geliyor. Mealen şöyle söyler Troçki: “Toplumsal hareketler, toplumların dip yaptığı dönemlerde değil, dipten yukarı doğru hareketin başladığı, halkın geleceğe bir miktar da olsa, umutla baktığı dönemlerde ortaya çıkar.”
1960’tan sonra yükselen sol dalga da bunun güzel örneklerinden bir tanesidir.
Dediğim gibi bizi burada asıl ilgilendiren konu, solun, sosyalistlerin bu yeni restorasyon sürecine hazır olup olmadıkları sorusudur. Bu süreçte nasıl bir siyasal çizgi izleyecekleri, teorik ve pratik olarak buna nasıl karşılık verecekleridir. Bunun için kadroları var mı? Edebiyatçısı, sanatçısı, bilimadamı, aydını var mı? Neredeyse yarım yüzyıldır sığlaşmaktan hiçbir derinliği kalmayan bir düşünce ikliminde, yeniden bu işler nasıl yapılacak?
Görünen o ki sol ve sosyalistler açısından artık kaçamayacakları bir büyük tartışma konusu da ulusların kendi kaderini tayin hakkı tartışmasıdır.
Son yaşanan olayların ışığında (HDP-TİP) (TKP bu konuda netliğini yıllar önce belirlemişti) Kürt hareketi ile ilişkilerin belirli bir netlik kazanması gerekmektedir. Özellikle 1990’lardan itibaren sol ve sosyalistlerin tabi oldukları bu durumun artık açık açık ve netlikle tartışmaya ihtiyacı vardır.
Peki bu restorasyon sürecinde, solda birlik mümkün mü? Birleşmek ile, birlik arasındaki farklar nelerdir? Bunları da gelecek yazıya bırakıyorum.