Pandora’nın Kutusundan ilk çıkanlar

Soğuk Savaş döneminde saflar netti. Sorunlar belliydi; zorluydular ama karmaşık değillerdi, hatta tek bir başlık altında toplanabilirlerdi. İki net strateji birbiriyle çatışmaktaydı. Öte yandan dünya ikiye bölünmüş ve paylaşılmıştı. İki parçanın da lider güç odakları kendi parçalarının sorunlarını inisiyatif koyarak çözebilecek güçteydiler ve dolayısıyla dünya çapında bir satrancı da oynayabilecek kuvvete sahiptiler.

1990’lı yılların başında Sosyalist Blok (Doğu Bloğu) çöktü. Bir süre, Batı’nın (ve lideri ABD’nin) dünyanın tek hakim gücü olarak kaldığı, sorunların onun stratejileri doğrultusunda çözüleceği, düz ve çok daha net bir dünyanın oluşacağı sanıldı. Fakat hiç öyle olmadığı gibi tam tersi oldu.

Demek ki dünya bir satranç tahtasından ibaret değil ve toplumların kaderi de satrancı oynayan iki odağın arzuları ve konumlarıyla belirlenebilecek bir şey değil. Daha uzun vadeli ve belirleyici dinamikler mevcut. Çok değil on yıl içinde (2000’lere gelindiğinde), “muzaffer” ve “hakim” tek odağın arzu ettiğinin tam tersi bir dünyada yaşamaya başlamamız bunu kanıtlıyor.

Bugün görülüyor ki, küreselleşmiş ama ufalanmış, iç içe geçmiş ama homojenleşememiş, yumak haline gelmiş sorunlarla dolu ama hiçbir lider çözücü güç odağının bulunmadığı kaotik bir dünyada yaşıyoruz. Ulusal, bölgesel veya dünya çapında, birbiriyle çatışan ama birbirine mecbur irili ufaklı güç odakları var. Kimse, kendi ülkesinde/merkezinde dahi, mevcut sorunları tek başına çözebilecek kuvvete sahip değil. Çünkü hem yerel/bölgesel gibi görünen sorunlar bile aslında küresel, hem de tek başına küresel çapta inisiyatif sahibi bir güç odağı yok.

Kendi ülkemizde ve bölgemizde bu durumu iliklerimize kadar hissedebiliyoruz. Türkiye’nin sorunları esas olarak Türkiye içi güç çatışmalarıyla çözülemiyor. Örneğin Kürt sorununda ABD’sinden Rusya’sına kadar herkes en az Türkiye kadar müdahil. Üstelik sadece Türkiye Devleti değil, bölgemizde ABD ve Rusya gibi büyük odaklar da aynı durumda. Her şey hiç olmadığı kadar birbirine bağlı ve hayati.

Oysa tek bir sistem var: kapitalist-emperyalist sistem ama bu sistem mevcut sorunları çözebilme potansiyeline sahip değil; hatta sorunları derinleştiriyor ve daha fazla sorun üretiyor. Sistem kendi içinden inisiyatif koyacak ve çözücü/restore edici bir sınıf (kesim) çıkarabilecek gibi gözükmüyor. Sistem dışı/karşıtı olup da bu misyona soyunabilecek ve iddialı olacak bir sınıf/güç odağı da şimdilik gözükmüyor.

Öte yandan küreselleşme dizginsiz, denetimsiz ve öznesiz biçimde hızla gelişiyor ve yayılıyor. Aşırı şişme durumu yaşanıyor. Kısacası sorunlar derinleşiyor ve iç içe geçiyor ama ortalıkta bir çözücü yok.

***

Aslında tarif ettiğimiz bu durum, tipik bir “çöküş” durumudur. Tarihte birçok defa bölgesel çapta yaşanmış çöküş durumları (önde gelen örnekleri: Batı Roma İmparatorluğu, Eski Çin’de Zhou Hanedanı, Osmanlı, hatta kısa bir süreç olmasına karşın Sovyetler Birliği) günümüz koşullarında dünya çapında yaşanıyor. Dünya hakim sistemi bir devrimle yıkılmıyor; çöküyor.

Ayrı ve kapsamlı bir tartışma konusu ama bu noktada tarihsel örneklerden çıkarılabilecek “çöküş durumu” belirtilerini sıralamakta fayda var: Denetim altına alınamayan bir aşırı şişme; baş edilemeyen yapısal sorunlar; iç çürüme; kurucu olmayan yıkıcıların etkinliğinin artması; anarşi ve kaos durumunun süreklilik ve olağanlık kazanması; merkez-kaç eğilimlerin artması hatta merkezsizlik durumu; halkın sistemden kopması, ilgisizliği, beklentisinin kalmaması, apolitikleşmesi (kitlesel nihilizm); düşünsel ve siyasi planda irrasyonalite salgını vb. Bunların çoğu “devrim durumu” belirtileri olarak da nitelenebilirdi; eğer ciddi bir özne olsaydı. “Çöküş durumu”nun belirleyici özelliği ise öznesiz bir yıkım, yeni kurucu adaylarının yokluğu veya zayıflığı, devrimsizlik veya devrimin gecikmesi olarak tarif edilebilir. Günümüz dünyasında bu belirtilerin hemen hepsi görülebiliyor.

Tarihte devrimler kadar çöküşler de yaşanmıştır; çöküşler toplumsal dönüşümün önemli dinamiklerinden biri. Yıkıcı-kurucu bütünlüğünün sağlanamadığı, yıkıcıların (veya yıkıcı etkilerin) bulunduğu ama kurucuların henüz bulunmadığı veya zayıf olduğu durumlar. Büyük toplumsal kriz dönemleri…

Çöküş aslında, her başarılı devrimin öncesinde yaşanan bir olgu; bir nevi devrimin gerek koşulu. Çöküş-devrim aralığı kısa olduğunda ona devrim diyoruz; uzun olduğunda ise çöküş. Burada da diyalektik bir süreç var: Çöküş-devrim aralığı ne kadar uzun olursa, yani çöküş ne kadar derinse, ardından gelecek olası devrim de o kadar köklü, kapsamlı ve geleceğe uzanımlı oluyor. Çünkü çöküş boşluk demektir ve boşluk normalde fırsat bulamayacak olanlara da fırsat sağlar. Kısacası, çöküşler görünüşte devrimsizliğin sonucudurlar ama geniş sürece baktığımızda çok daha köklü bir devrimci sürecin başlangıcını oluştururlar. Tıpkı deprem gibi; geciktikçe olası büyüklüğü artar.

Peki, yıkıcı-kurucu bir gücün zayıf olduğu durumlarda dahi neden çöküşler yaşanabiliyor? Çünkü genel anlamda uygarlık (sınıflılık) denen olgu, insan topluluklarının doğasında veya doğal gelişmesinde olan bir şey değil, bir dayatmadır. İnsanlar sınıflılığa, devletliliğe, sömürüye, güvenlik ve üretimin sürekliliği uğruna “katlanırlar”. Arzu etmezler, katlanırlar. Güvenliği ve üretimin örgütlenmesini sağlayan uygar hakim sınıf, bu anlamda temelsizdir; daha doğrusu oluşturduğu sistemin temeli kendisine ait değildir. Hakim sınıfın kendine özgü bir temeli yoktur. O, kendisine ait olmayan bir temele el koyarak varlığını sürdürür (sermayenin aslında el konulmuş emek olması gibi). Dolayısıyla halklar çökmez ama hakim sınıflar çökebilir ve yok olabilirler. Hakim sınıfların -hakimiyetleri kendinden menkul olduğu için- çökme potansiyelleri bulunur. Ve çöküş -sonuç itibarıyla, geniş süreçte- devrimcidir; hatta olanaksız gibi görünen sıçramaları gündeme sokabilecek kadar devrimci.

***

Günümüze dönüp biraz spekülasyon (zihin jimnastiği anlamında) yapalım. Gelecekte ne tür olasılıklar gündeme gelebilir? 1) Sistem içinden çıkacak bir güç odağı (bir sınıf ya da kesim) hakimiyetini kurar, inisiyatif koyar ve çözücü bir odak olarak kendini kabul ettirir. Örneğin Dünya Küresel Burjuva Devleti! Bu, dünya çapında bir faşizm anlamına da gelebilir. Veya Çin -ittifaklarıyla birlikte- böyle bir role soyunabilir; küreselleşme sürecinin öncüsü ve hakimi olabilir. Böylesi bir durumun savaşsız gerçekleşme olasılığı yok gibi ama Çin’in kadim “savaşmadan zafer kazanma” ustalığı da herkesin malumu. 2) Sistem dışı/karşıtı bir küresel güç odağı (elbette dünya emekçilerini harekete geçirerek), dünya çapında bir devrimle gündeme girebilir. 3) Sistemin çöküşü ve bir kaos dönemi.

Çöküş olasılığının arttığı bir süreçte devrimci strateji ne olabilirdi? “Bırakalım çöksünler” mi? “Çöküşü hızlandır” mı? “Kurucu devrimcilik için güç biriktir; geleceğe köprü kur” mu? İlki fazla “liberal” bir tutum olurdu. İkincisi ise bıçak sırtı bir strateji ve oldukça tehlikeli; ayakaltında kalma veya taşeronlaşma olasılığı yüksek. Hala üçüncüsü en mantıklısı gibi gözüküyor; ya da şöyle: ikinci ile üçüncünün bir sentezi.

***

Bu yazdıklarımız geleceğe ilişkin bazı olasılıklar; zihin jimnastiği amacıyla yazıldılar. Ama kesin olan şey şu: Sosyalist bloğun yıkılışı, neo-liberal ütopyacıların düşündüklerinin tam tersine, Pandora’nın Kutusunun açılması anlamına geldi. Hayırlısı…