Özne-nesne diyalektiği

Türkiye çok köklü bir değişime doğru gidiyor. Bu tespiti abartılı bulanlar olacaktır. Ancak nesnel durumdan söz ediyorum.

Öznel durumu tartışırsak karamsarlığa kapılabiliriz. Türkiye solu olarak yıllardır yaptığımız bu. Birbirimizin haline bakıp sızlandık. Sürekli öznel durum tartışmaları yaptık; hem birbirimizle hem de kendi içimizde. Başkalarına (genellikle en yakınımızdakilere) söverken de kendimizi överken de hep bu çerçevede kaldık. Önerdiğimiz tedbirler hep “öznel durum tedbirleri” oldu. Böyle birleşelim, şöyle ayrışalım türü tedbirler… Birleşme nedenlerimiz de ayrışma nedenlerimiz de hep öznel durumumuzdan kaynaklandı; öyle başlamayanlar bile daha ilk günden o hale dönüştürüldü, bizim tarafımızdan. Dolayısıyla hiçbirinin toplumsal bir karşılığı yoktu. Topluma açıklayabileceğimiz ve kavratabileceğimiz birleşmeler ve ayrışmalar değildi bunlar. Kendi küçük dünyamızla ilgiliydi.

Bu durum bir dereceye kadar anlaşılabilirdi. Çünkü üzerimizden 12 Eylül silindiri geçmişti. Çünkü henüz kendimize gelmeye çalışırken Sosyalist Blok çökmüştü. Kürt meselesi en fazla da bizim elimizi kolumuzu bağlamıştı. Kendimizi, öznelimizi koruma içgüdüsüyle hareket ettik.

Öznel sorunların öznel tedbirlerle çözüleceği sanılır. Yanılgıdır bu. Fikirlerin dünyayı değiştirebileceği yanılgısı gibi… Yanlış bilginin doğru bilgiyle dönüştürülebileceği yanılgısı gibi… Bilginin kaynağının yine bilgi olduğunu savlayan görüş gibi… Bunlara “idealizm” deniyor. Tıpkı İncil’in ilk cümlesi olan “Başlangıçta söz vardı” önermesi gibi. Oysa biliyoruz ki, başlangıçta eylem vardı; doğanın evriminde de, canlılığın evriminde de, insanın evriminde de, toplumun evriminde de… “Söz”ü bu “eylem” yarattı.

Yani öznel sorunların nesnel kaynakları vardır ve bu sorunlar ancak nesnellik düzlemindeki müdahalelerle çözülebilir.

Oysa biz nesnelliğe bile öznelliğimizi dayattık, hala dayatıyoruz. Nesnelliği beğenmiyoruz; kirli diyoruz, bulanık diyoruz, bilinçsiz diyoruz… Öznelliğimiz ise harikulade (tabii sadece “bizimki”, “diğerlerininki” değil). Bir türlü bu “harikulade” öznelliğe uygun bir nesnellik bulamıyoruz; dolayısıyla uzak kalıyoruz, “aman bulaşmasın” diyoruz. Nesneyi özneye çağırıyoruz; özne olmayı böyle anlıyoruz. Nesne gelmediğinde de haklı çıkmış oluyoruz, haklı çıktığımızı sanıyoruz. Böyle harikulade bir özneye gelmeyen nesneden zaten bir halt olmaz diyoruz. Tipik bir idealizmdir bu; Marx’ın Feuerbach’ta eleştirdiği türden…

Kendiliğindenciliğin eleştirisini, kendiliğinden bilincin (yani nesnelliğin) eleştirisi olarak anlıyoruz. “Emekçiye bilinç dışarıdan verilir” önermesini “dışarıda kalmak” olarak anlıyoruz. Devrimi, öznenin nesneyi değiştirmesi olarak anlıyoruz; yani çok bilinçli terzilerin topluma elbise biçmesi gibi. Keşke bu kadar basit olsaydı devrim; keşke özne-nesne diyalektiği bu kadar basit olsaydı… Keşke bu kadar “ideal” olsaydı… Ama değil! Devrim, nesnenin bizzat kendi pratiği içinde dönüşümü demek. Yani, kabaca, dışarıdan çağrı yapmakla olmuyor. Öznenin biraz nesneye bulaşması gerek.

***

Bir araba laf ettik, dönelim en baştaki tespite: Türkiye çok köklü bir değişime doğru gidiyor. Sadece son günlerin nesnelliğinden değil, yüz yıllık nesnellikten söz ediyorum. Hızlandırılmış bir film gibiyiz. Avrupalı toplumların 500 yılda yaşadığı süreci biz 100 yılda yaşayıp tükettik. Burjuva Modernitesinin (Cumhuriyet’in de diyebiliriz) genç, diri ve devrimci olduğu dönemi, durakladığı ve donduğu dönemi, yozlaştığı ve çürüdüğü dönemi topu topu 80 yılda yaşadık. Üstüne bir de, bu Modernite ile eski hesabını görmeye çalışan Siyasal İslam’ı 20 yılda tüketti bu toplum. Siyasal İslam’ın ipliğinin pazara çıkması, bu toplumun Siyasal İslam’ın biçtiği elbiseye sığamayacağının anlaşılması taş çatlasa 20 yıl aldı. İşte korkunç bir tahribat yaratarak ve büyük bir enkaz bırakarak sahneden çekilmektedir Siyasal İslam.

Peki, nasıl kaldırılacak bu enkaz? Yeni bir kuruluşa nasıl geçilecek? Yüz yıl öncesine dönüp sil baştan yaparak mı? Ama o sürecin sonu biliyoruz... enkaz! Ufak tefek rötuşlarla mı? AKP rejimini, AKP’siz biçimde sürdürerek mi? Veya -bu bile radikal geliyorsa- “Erdoğan’sız AKP” veya “AKP’siz Erdoğan” türünden formüllerle mi? Kısa bir süre tutabilir belki bu formüller; onları da hızlandırılmış biçimde yaşarız.

Ama bence nesnellik çok daha derin. Türkiye’nin ve bölgemizin politik ve toplumsal bütün temel sorunları (100 yıllık sorunları) daha da derinleşmiş, hatta kangrenleşmiş bir biçimde önümüzde duruyor hala. Dolayısıyla Türkiye nesnelliği, denenmemişi denemeye gebe. Toplumlar hiçbir zaman sil baştan yapmaz. Öte yandan ne kadar geriye düşülürse o kadar ileri bir atılım ihtiyacı doğar.

Önceden yaptığım gibi “nesne, öznesini çağırıyor” diye bitirmeyeceğim bu yazıyı. Hatalıymış o tespit. Öznenin nesneyi çağırması ne kadar boşa çabaysa, nesne de özne çağırmaz. Geleni bağrına basar elbet; ama gelen yoksa kendi içinden öznesini çıkarır.

Nesnenin de böyle bir “mucizevî” tarafı var. Özne nesne yaratamaz ama nesne özne yaratabilir. Gebe, ne yapar eder ebesini bulur.

Bu tek gerçek yaratıcılığın bir parçası olmak gerek. Özne olmanın veya en azından öznenin bir parçası olmanın başka hiçbir yolu yok.

Bilinç dışarıdan verilir ama o öznel bilincin kaynağı emekçilerin kendiliğinden bilincidir. Teorinin kaynağının toplumsal pratik olduğu gibi… Bunu anlamayan, Marx’ın nasıl Marksist olduğuna baksın (https://bilimvegelecek.com.tr/2018/12/08/marx-nasil-marksist-oldu/).