Neoliberal kapitalizm döneminde insan

Yayın tarihi: 23 Nisan 2022 Cumartesi 10:33 am - Güncelleme: 23 Nisan 2022 Cumartesi 10:33 am

Ertürk Akşun

Üretim modellerinin insan karakteri ve insanların günlük yaşayışlarına, aile kavramına, cinselliğe, eğlence kültürüne, bilgi kuramına, eğitim modellerine etkisini anlamaya çalıştığımız bu yazı dizisinde bizi en çok ilgilendiren bölüme gelmiş bulunuyoruz. Günümüzün insan olgusunun temelinin atıldığı 1970’lerden sonra ortaya çıkan neo-liberal üretim biçiminin yansımaları hâlâ devam etmekte. Elbette bir bütün olarak değil. Örneğin 1970’lerde başlayan bu ekonomik model, 1990’lara geldiğimizde reel sosyalizmin yıkılışıyla birlikte şeklen değişmese de hızını ve biçimini değiştirmiş oldu. Meşhur 2001 kriziyle birlikte başka kırılmalar yaşansa da insanların günlük yaşamlarına etkisi artarak devam etti.

Konunun daha anlaşılabilir olması için biraz daha gerilere göz atmakta fayda var. İkinci Dünya Savaşı dünya tarihi için bir dönüm noktası teşkil eder. Yıkılan Avrupa, atılan atom bombası, endişe ve gelecek kaygısı, insan aklında büyük kırılımlar yarattı ve bütün toplumu etkisi altına aldı. Hem Sovyetler Birliği’nde hem de Avrupa’da büyük kayıpların yaşanması, büyük yıkımların ortaya çıkması, her iki tarafın da durup beklemesine sebep oldu. Soğuk Savaş veya Demirperde yılları işte bu durmanın uzun süreli stratejisi oldu. Her iki taraf savaş çığlıkları atsa da ortada anlaşılmış bir bekleme vardı. Hem kapitalistler hem de sosyalistler bu ara durumu toparlanma olarak değerlendirdi.

Halk diliyle söyleyecek olursak, herkes kendi işine kaktı. Kapitalist düzende sosyalizm korkusu, üreten kesime daha fazla olanak verilmesini sağladı. Sosyal haklarına kavuşan bir işçi sınıfı oluştu. Özellikle Avrupa’da işsizlik maaşları, sağlık ve eğitimden faydalanma, işçi sınıfı için bir daha asla ele geçiremeyeceği haklar oldu. Birçok büyük tarihçinin bu döneme Altın Çağ demesi bu yüzdendir. Bu denge dönemi veya Altın Çağ (ben Devrimler Çağı demeyi daha uygun buluyorum) 1970’lere gelindiğinde kapitalist dünyanın yeni bir aşamaya geçmesiyle son buldu. Bu döneme neo-liberal dönem diyoruz. Tam tarih vermek mümkün gözükmese de bazı ayraçlardan bahsedebiliriz. Bir tanesi, 15 Ekim 1973 tarihinde Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği’nin OAPEC (OAPEC, OPEC üyesi Arap ülkeleriyle Mısır ve Suriye’den oluşur) Yom Kippur Savaşı’nda ABD’nin İsrail Ordusu’na destek vermesine karşılık olarak ilan ettiği petrol ambargosudur. Krizin arkasından gelen Bretton Woods para anlaşmasının bozulması her şeyi değiştirdi.

Richard Sennett bu durumu şöyle açıklıyor: “Yatırım üzerindeki ulusal sınırlamaların zayıfladığı, şirketlerin de yeni bir uluslararası yatırımcı müşteri grubunu –kâr payının uzun dönemdeki getirisinden çok, hisse senetlerinin kısa dönemdeki getirilerine göz dikmiş yatırımcıları– karşılamak üzere kendini yeniden şekillendirdiği anlamına geliyordu. İşler de ülke sınırlarını benzer şekilde ve hızla aşmaya başladı. Tüketim ve iletişim de öyle. 1990’lara gelindiğinde, elektronik alanında mikroişlemciler konusunda yaşanan ilerlemeler sayesinde, eskilerin otomasyon düşü/kâbusu hem kol emeğinde hem de bürokratik işçilikte bir gerçeklik haline gelmeye başladı: Nihayet, makinelere yatırım yapmak, çalışsın diye insanlara para ödemekten daha ucuza gelecekti.”

Bu yazının amacı bir siyasi ekonomik dönem tahlili yapmak değil. Burada bizi ilgilendiren kısım, üretim modelinin insan ilişkileri ve karakteri üzerindeki etkileri. Yoksa neo-liberal döneme geçişte, siyasi ayağa bakmamak, felsefi boyutunu incelememek (postmodernizm) eksik bir bakış açısı olacak bunun farkındayım, ama dediğim gibi bu kısımlara da girdiğimizde başka bir boyuta geçmiş oluruz ki bu kez konu hem uzayacak hem de yerimiz kalmayacak.

Ayrıca baştan şunu da söylemekte fayda var; bu yeni dönemden bir anlam çıkarmaya çalışmak yeterince okunaksız. Yeni üretim modelini anlamaya çalışırken, bunun insan karakteri üzerindeki etkilerini incelerken, üretim modeline ek olarak Tüketim Kültürü’nü de ele almak bir zorunluluk oluyor. Otokratik kapitalizm dönemi için biriktirmek esas iken, neo-liberal dönem için tüketim bir zorunluluk haline geliyor. Kişinin karakteri oluşurken tüketim şekli belirleyici bir rol üstleniyor.

“Ama ekonominin bu küçük dilimi rakamların ifade ettiğinin çok ötesinde bir kültürel etkiye sahip. Bu yeni kurumlar, kişisel beceri ve kabiliyetlerin yeni formülasyonuna ilham veriyor; bu birleşik kurum ve kabiliyet formülü, tüketim kültürünü şekillendiriyor; tüketim davranışı ise siyaseti, özellikle de ilerici siyaseti etkiliyor. Toplumun küçük bir kısmından yola çıkıp fütursuzca bütünün kültürüne ilişkin sonuçlar çıkarmamın tek nedeni, belli türden bir kapitalizm avatarlarının, böylesine çok sayıda insanı, tuttukları yolun geleceğe giden yol olduğuna ikna etmiş olması.” (Richard Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü)

Otokratik kapitalizm ve neo-liberal ekonomi aslında aynı kökten besleniyor. Amerikan rüyası da denilen “başarı toplumu” kuramının iki farklı görünümünden ibaret. Sıra dışı kabiliyetleri olanları öne çıkaran, Thomas Jefferson’ın “doğal aristokrasi” tanımıyla başlayan bir süreç bu. Başlangıçta aristokrasinin yerine yeteneğine ve kabiliyetine göre yeni ve doğal bir aristokrasi biçimi öngörülüyordu. Bu görüş zamanla sadece kazanan her şeyi alır, kaybeden hiçbir şey alamaz şeklinde bir ucubeye dönüştü. Neo-liberal dönemde ise bu kural hâlâ geçerliydi, ama şekli ve ivmesi farklılaşmıştı. Kapitalizmin en başarılı güven numaralarından biri, herkesin milyoner olabileceği yanılsamasını yayabilmesidir. Oysa zirvede sadece birkaç kişiye yer vardır ve zirvede yer alabilecek beceriye çok az kişi sahiptir.

“Kökeninde, meritokrasi, sıra dışı kabiliyetleri olan bireylere fırsat sunmayı amaçladı; Bu, Jefferson’ın ‘doğal aristokrasi’ görüşüydü. Bu görüş anılan türdeki insanların fırsatı hak ettiğini savunarak etik bir görünüme büründü; toplumun onlara bu fırsatı sağlaması bir adalet meselesiydi. Başlangıçta bu arayış bir seçkini diğeriyle, doğal aristokrasiyi soydan geçen ayrıcalıkla karşı karşıya getirdi. Fakat toplum, alışılmadık yetenekleri aramakta kullanılan teknolojiyi zamanla daha incelikli hale getirdi. Geçmişteki başarıya bakmaktansa büyüme potansiyelinin peşine düşen yetenek arayışı, esnek şirketlerin tuhaf koşulları için biçilmiş kaftandı. Bu şirketler aynı araçları daha büyük bir amaç için, hem bireyleri elemek, hem de teşvik etmek için kullandı: İnsanlar arasında yapılan bu haksız kıyaslama son derece kişisel hale geldi.” (Richard Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü)

Byung-Chul Han ise şu tespitte bulunuyor: “Başarı Toplumu yasaklar getiren ve -meli/-malı’yı uygulayan disiplin toplumumun aksine, becerebilmek anlamına gelen -ebilir/-abilir yardımcı fiilinin egemenliği altındadır.”

KATI OLAN HER ŞEY BUHARLAŞIYOR

Yeni neo-liberal düşünürlerin çıkış mottosu Marx’ın bu ünlü deyişiyle başladı desek fazla abartmış olmayız. Çoğu New York Yahudi’si olan, eski Marksistlerden oluşan bu düşünürler topluluğu, Marx’ı çok yanlış anlayarak veya bilerek yola koyuldular. Katı olan her şeyi, otokrasiyle ilgili olan özgürlüklerin önündeki en büyük engel olarak tanımladılar.

İnsanlara “Her şeye, herkese özgürlük!” vaadiyle yola çıkılan bu düşüncenin, günümüze gelindiğinde sadece paraya ve büyük şirketlere özgürlük vaat ettiği çok geç anlaşılmış oldu. Genel olarak baktığımızda bu uzun dönem zenginin daha fazla zenginleşmesi, fakirin daha fazla fakirleşmesi sonucunu doğurdu. Üretim modelinde istikrardan vazgeçildi, şirketler aile şirketi olmaktan çıktı ve daha çok finans kapitalin, sahibi belli olmayan, sürekli el değiştiren modeline geçiş yapıldı.

“İstikrar bir zayıflık işareti olarak görülüyordu; piyasaya, firmanın yenilik üretemeyeceği, yeni fırsatlar bulamayacağı yahut başka türlü bir değişim gerçekleştiremeyeceği izlenimi veriyordu.” (Richard Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü)

Bu istikrardan yoksun, paranın özgür olduğu yeni model, aile içindeki istikrarı, eğitimdeki otokratik modeli bir çırpıda yok etti. Herkese özgür eğitim modeliyle çıkılan yolda, özel okulların ortaya çıkmasıyla, eğitim eşitsizliği üst seviyelere ulaştı. Daha önceki büyük üretim merkezleri, piramidal bir yapıya sahipti ve katmanlar arasındaki geçiş neredeyse imkânsızdı. Ama bir işçi bir fabrikaya girdiğinde yapacağı işi biliyor, işe girdiğinde emekliliğini hayal edip, hayatını ona göre düzenleyebiliyordu. Yeni üretim modelinde ise, katmanlar silikleşmeye başladı, uzun çalışma ve aidiyet bir köşeye fırlatıldı. Bir işçi için özgürlük vaadi, geleceğin belirsiz ve okunaksız olmasını da beraberinde getirdi.

Richard Sennett bu yeni şirketler üzerine yaptığı uzun araştırmasının sonucunu şu şekilde tarif ediyor: “Toplumsal açıdan baktığımızda, kısa vadeli, görev odaklı emek, işçilerin bir arada çalışma şeklini değiştirir. Emir komuta zinciri piramidinde, vazifeni yapar, işlevini gerçekleştirirsin ve bir işin hamili olarak ya performansın veya kıdemin için eninde sonunda ödüllendirilirsin ya da görmezden gelinir veya kıdemini kaybedersin. Her iki durumda da firmanın altyapısı yeterince açıktır. Yer değiştiren, kısa vadeli, görev odaklı emekte ise değildir. Firmanın yapısı incelenecek somut bir nesne değildir, geleceği kestirilemez. Geçici çalışanlarla görüşme yaparken şunu gördüm ki bu ortam içinde başarılı olanlar belirsizlik karşısında yüksek bir toleransa sahip. Bir yönetici yardımcısı bana şöyle dedi: ‘Ne zaman yeni bir işe başlasan numara yapmak zorunda kalırsın. Patron, yapılması gerekenleri ve onun ne istediğini bilmeni bekler. Ama tabii ki sen bilmiyorsundur. Bu mücadele etmesi güç bir durum.’ Esnek şirketlerin ‘insan ilişkileri becerilerini’ vurgulaması ve ‘kişiler arası’ eğitim sunması bir rastlantı değil. Psikolojik içerik boşaltıldığında geriye somut bir gereksinim kalır; bu tür ortamlarda insanlar kötü tanımlanmış koşullarla yüz yüze geldiğinde proaktif olmak zorundadır.”

Bu yeni durum, statik değil, esnek hale gelen, görev-yönelimli emektir. Statik ve lineer gelişmenin yerini, oradan oraya sıçramayan insan tipini ortaya çıkarır. Bu yeni çalışma şekli eski otoriter modelin tam aksine kurumların katmansızlaştırılması denen şeye izin verir. Bu katmansızlaştırmayı sadece şirketlerde değil hayatın her alanında özellikle siyaset alanında tespit etmek güç değildir. Eski modelde işletmeler, her şeyi kendisi üretirken –eski fabrikalar kendi başlarına yaratılmış şehirler gibiydi– yeni patronlar daha çok taşeronluk sisteminden faydalanarak bazı işlevlerin başka firmalarca ya da başka yerlerde yapılmasını sağlamak yoluyla şirket içindeki katmanlardan kurtuldular. Şirket bir şişer, bir daralır, bir görevden bir diğerine hareket ettikçe çalışan sayısı artırılır ya da eksiltilir. O yüzden yeni modelde taşeronluk önemli bir faktördür. Kiralama, dışarıya iş verme, şirketlerin daha hızlı hareket etmesini sağlarken, çalışanlar için büyük belirsizlikler doğurmuştur.

Yine Sennett’in tespitiyle bitirelim: “Eşitsizlik modern ekonominin yumuşak karnı haline geldi. Pek çok biçimde ortaya çıkıyor: Üst düzey yöneticilere ödenen muazzam tazminatlar, şirketlerin en tepesindeki ve en dibindeki ücretler arasında genişleyen bir uçurum, seçkinlerin gelirine kıyasla orta gelir katmanlarındaki durgunluk. Kazananın her şeyi aldığı rekabet türü, çok büyük maddi eşitsizlikler üretiyor. Bu servet eşitsizlikleri, belli türden firmalarda, büyüyen bir toplumsal eşitsizlikle at başı gidiyor.”

PARANIN KÜRESELLEŞMESİ

Boston Woods para anlaşması 1970’lerin başında bozulduğunda, muazzam bir yatırım sermayesi fazlası küresel ölçekte salıverildi. Daha önce yerel ya da ulusal girişimlerle sınırlanmış yahut ulusal bankalarda saklanmakta olan servet, artık yerkürede çok daha kolay hareket edebiliyordu. Yukarıda da bahsetmiş olduğum gibi, zaten şirketler finans kapitalin eline geçemeye başlamıştı. Yeni yatırımcılar uzun vadeden ziyade, kısa vadeli sonuçlar istiyordu. Eski şirket kültüründeki aidiyet ve aile yapısı kolaylaştığı için bunu uygulamak oldukça kolay hale geldi.

Bennett Harrison buna “sabırsız sermaye” adını verdi. Sabırsız sermayede, yöneticiler ve daha alt kademedeki ara katmanlar kısa sürede buna uyacak kadrolarla yer değiştirmiş oldu. Para her zaman kendi başına özgürlüğünü isteyen bir yapıya sahiptir. Paranın kendine yeni bir yuva ya da hızlı kazanç araması bu yeni ekonomik modelde çok daha kolaydı. Fakat büyük miktarlardaki ipini koparmış sermayenin ve kısa vadede getiri elde etme baskısının birleşen etkisi, bu kurumların yapısını, güçlenmiş yatırımcıların ağzını sulandıran bir dönüşüme uğrattı.

1990’lara gelindiğinde, Reel Sosyalizm’in de çöküşüyle birlikte, para daha çok özgürlük istedi. “İdeolojilerin sonu, küreselleşme” yaygarası buna yeni ve sonsuz özgürlük sağlamanın felsefesi oldu. Ulus devletler yeni otoriter varlıklar olarak saldırıya açık hale getirildi.

Yeni slogan “Küreselleşme!” insanlığın önüne yeni özgürlük alanı olarak sunuldu. Aslında özgürlüğüne kavuşan, küresel sermaye ve paraydı.

Yazıya burada ara verelim ve haftaya devam edelim. Öneriler ve eleştiriler için bana ulaşacağınız mecralar: [email protected], Twitter/@erturkaksun