EMEKÇİLER HEP HAKLI MIDIR?
Siyasal İslamcılar ve onların bu tarihsel dönemeçteki örgütlü iktidarı, kötülüğü hem siyasallaştırıyor hem de toplumsallaştırıyor. Ancak, kötülüğün toplumun büyük ya da anlamlı bir kesimi tarafından benimsenmesi onu daha katlanılabilir ya da demokratik yapmıyor.
Evet, tarih bir anlamda sınıf mücadeleleri tarihidir. Elbette sınıf mücadeleleri toplumsal ilerlemenin dinamosudur. Bundan kuşku yok. Bu anlamda, kapitalist toplumlarda da işçi sınıfı, -tanımı zaman içinde değişse de- belli bir soyutlama düzeyinde ve tarihsel ve sosyolojik bakımdan değişimin öncüsü olan devrimci bir sınıftır.
Ancak, işçi sınıfı ve emekçiler tarihte çoğu kez devrimci bir rol oynamaz. Bilinmeli ki, yoksullar ve alt sınıflar çoğu zaman devrimlerin ya da ilerici atılımların kitle tabanını da oluşturmaz. Oluşturmuyor da. Dahası işçi sınıfı, Allah vergisi bir devrimciliğe sahip değildir. Bazı uvriyerist eleştirileri göze alarak şunu belirtmeliyim ki; işçi sınıfı dâhil, toplumun emekçi ve yoksul kesimleri çoğu kez gericiliğin ya da faşizmin kitle tabanını, hatta vurucu gücünü oluşturabilirler. Nitekim Nazi hareketinin kitle temeli ve vurucu kadroları bu kesimlerden oluşuyordu.
Yoksulluk, genel olarak “emekçi” denebilecek bir toplumsal kategoriye sahip olmak, önsel bakımdan haklı ve doğru yerde bulunmak anlamına da gelmiyor. Tam tersine, bu kesimler toplumsal tarihte çoğu kez, köklü bir egemen sınıf ideolojisi olan din, gelenekler, yerleşik değerler vb. gibi nedenlerle, zorbaların ve hakim güçlerin hizmetine girer. Ancak, solun romantik tutumu ve devrimci edebiyat çok saf ve iyi niyetli olduğu için, “emekçi” ya da “yoksul” söz konusu olduğunda akan sular durur, gerçeklikten kopulur.
Ne diyelim; bu da bizim “kusurumuz” olsun. Ancak önemli bir kusurdur, bu da unutulmasın.
Burada bir parantez açarak belirtirsek eğer; kendi sınıfını seçme özelliğine sahip yegane toplumsal kesim olan aydınların tarihsel rolüne üzerinde yeniden düşünmek ve Mahir Çayan’ın “ideolojik öncülük” kavramı üzerinde bir kez daha durmak gerekebilir. Bu notu düşüp geçelim.
Bugün Türkiye’de dinci-faşizan rejimin belli bir toplumsal desteğe sahip olması, ona tarihsel, siyasal ve ahlaki bir üstünlük sağlamıyor. Bu konuda liberallerin yarattığı bilinç kirliliğinden, demokrasiyi hiçe sayan “milli irade” safsatasından bir an önce kurtulmak gerekiyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde baskıcı bir rejimin kitle desteğine sahip olması, ona meşruiyet kazandırmıyor.
YÜZ YILLIK HESAPLAŞMA
Siyasal İslamcı hareket, yüz yıllık rövanşı almak için tarihsel bir fırsat yakaladığını düşünüyor. Bu nedenle insanlığın bütün ilerici birikimine savaş açıyor ve üzerine çöktüğü ülkeyi yağmalanacak bir ganimet alanı olarak görüyor. İslamcı hareket, henüz yeni rejimin kuruluşunu tamamlayamadığı için, AKP iktidarının sosyo-ekonomik dayanaklarını oluşturmaya ve böylece kalıcılaştırmaya çalışıyor.
Diğer bir anlatımla; AKP iktidarı yıktığı cumhuriyetin yerine yenisini bir türlü kuramıyor. Bu durum siyasal ve toplumsal krizi derinleştiren en önemli etkenlerden birini, hatta başlıcasını oluşturuyor. Ülke adım adım bir çatışma ortamına, dahası iç savaşa sürükleniyor. Nitekim İslamcılar bunun farkında ve hazırlık yapıyor. Fakat sol, 1970’li yılların hala taze olan anılarına ve deneyimlerine karşın bu durumu sadece seyrediyor.
Öte yandan AKP iktidarı, karşı devrim sürecini tamamlamaya ve siyasal hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştıkça, sermayenin genel çıkarlarını temsil etme yeteneğini yitiriyor ve giderek iktidarı elinde zorla tutan dar bir kadroya dönüşüyor. Ülke, yüz yıldır ertelenerek biriken, tarihsel, siyasal ve kültürel bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Eğer sol ve cumhuriyetçiler büyük bir hata yapmazsa, bu kapışmayı AKP’nin kazanma şansı bulunmuyor. Çünkü bu siyasal İslamcı partiyi iktidara taşıyan bütün iç ve dış dinamikleri köklü şekilde değişmiş görünüyor.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN