Mahpustakileri ve ölülerimizi özlerken
Barışların ve Müyesser Yıldız’ın adı aynı kaldı, kumpas yine aynı; casusluk, devlet sırrını ifşa falan filan! Üstelik bugünler bir de Gezi’nin ve kaşları güvercin yuvası, o kara çocuğun ölüm yıl dönümü. Ölen kardeşlerimizi özlüyoruz, biliyorum. Mahpustakilerdense mahcubuz; onları hep orada görmekten!
İşte bunun için, içim yeni şeyler üretemiyor. Çünkü bizler için yeni gün, sanki eskinin aynısı; ne acı değil mi? Ama böyle! Yaptıkları ‘siyaset’ bu kumpasları gereksiniyor, haksız/hukuksuz baskı ve onlarca tabut; savaş cephelerinden yahut mahpushanelerdeki ölüm oruçlarından gelen tabutlar aklımı, kalbimi, durmaksızın burgaçlıyor! Baskısız ve savaşsız tepetaklak olacaklarını en çok da kendileri biliyor; kıllarını kıpırdatmıyorlar, memnunlar!
Bundan ötürü 2016’da başlayıp, bugünlerde bitirdiğim ve o tarihten bu yana hiçbir şeyin değişmediğini hayretle gördüğüm, aşağıdaki şiiri; İnsanca bir yaşam isteği uğrunda ölenler ve mahpushane damlarına, o karanlığa haksız/hukuksuz gömülenlere adayarak, bu tatsız tuzsuz yazıyı sonlandırıyorum.
TABUTTAN TAHT
Ölü çocukların yakasına yapışırdı meydanlarda bir adam
Silkelerdi yakasından ölü çocukları hınçla ve sallardı durmadan
Göz bebeklerinden, ağzından, nefret yağı sızardı adamın, görürdünüz
Nefret yağından içebilmek için yine de, bitişe-bitişe kuyruğa girerdiniz
Kokular yayılırdı meydanlara, kulakları tırmalayan bağrışlar, bilirdiniz
Karanlıktan çıkıp gelen adamlar, kara dünyalarını anlatırlardı
Anlatırlardı gündüzlerce gecelerce binlerce yıldır karanlıkta ne
Yaptıklarını ve meydanın ucundan görününce ekmekten o çocuk
Korkarlardı ekmekten ve çocuktan, ekmeği yuhalatırdı adam, susardınız
Hep susardınız, kara yılların içinde karayılanlar gibi tıslardınız, susardınız!
Gökler yırtılmazdı o vakit, yerler yarılmazdı, deniz kudurmazdı
Deniz, yer ve gök sezerlerdi olanı ve mağmayı içlerine akıtırlardı çaresiz.
Yüzünün her kası korkundan ve nefretinden kasılmış adam hep konuşurdu
Her sözcükle yüzünü yontardı, kapkara çorak bir kayaya işlerdi kinini
Hangi yöne dönülse onun yüzü görülürdü, hırstan ve kötülükten moraran
Tabutların üstünde konuşurdu, ağzı çeşmeye dayalı gibi, mikrofona dayalı
Ve küheylan sürdüğünü sanırdı merkebe binmiş adam ve anlatırdı pervasız
Nasıl bağladığını düşlerimizi uçurum kıyısına ve nasıl sürüdüğünü toz duman
Bunca yalandan sarsılmazdınız hiç, şer yayılırdı kürsülerden köylere mezralara
Kirli yaylarından, ucundan pislik akan iftira okları fırlatılırdı her gün, her saat
Ki saplanırdı bu kederli anayurdun sinir uçlarına ve bıkmazlardı hiç acıtmaktan
Saplardı hançerini kara adam, kalbine saplardı sokağın ve burgaçlardı durmadan.
Susardınız, hep susardınız, ellerinizde kirden ve kibirden birer cennet tapusu
Ama düşünmezdiniz hiç; ‘yoktur ki ateş orada, insan ateşini götürür buradan’
Konuşurdu adam, aralıksız konuşurdu; hırıldayan sesiyle kara tarihin!
Doldursun diye kulak içlerini konuşurdu hiç durmadan ve dururdu zaman;
Bekler dururdu bir kıyıda öyle sönük, öyle çaresiz ve pısırık, beklerdi hiç
Görmemiş gibi karanlığı, hiç ölüler vermemiş gibi karanlığa beklerdi zaman
Ve adam, akvaryumdaki balıklar gibi kendi sesinden yaptığı yeme doymazdı
Her sözü kara saplı bir hançer, lif lif koparırdı vicdanın sinir uçlarını ve bilirdi
Dişleri kandan gıcırdayan bir katil gibi karanlık gölgesi kaplayacak acılı ülkeyi
Bilirdi parçaladığı vücutlara çarpık dikişleri yine kendisinin atacağını ve hiç
Kimsenin bu boydan boya bölünmüş gövdeden akan kanı görmeyeceğini…
Akşamla bir çekilir tenhanıza, bitlerinizi ayıklardınız yine siz ve pusar, susardınız.
Ama sandukalar konulurdu üst üste; dağdan, meydandan, evden gelen tabutlar!
Tabutlar aylı yıldızlı, tabutlar dağların rengi; üst üste, altın işlemeli bir taht şimdi.