Siyasal İslamcı hareketin kitle desteğinin nitelikleri, AKP’ye verilen desteğin bütün olumsuz şartlarına karşın kararlılık kazanması, liberallerin yaratığı tuhaf bir “suçluluk kompleksi” ve entelektüel ortamın terörize edilmesi dürüst şekilde tartışılmadı. Veballeri büyüktür. Sonuçta yolunu döşedikleri cehennemin ateşi onların bir bölümünü de yaktı. Ama olan memlekete…
Mazlumluk ile zalimlik hiçbir zaman İslam coğrafyasında olduğu kadar geniş toplum kesimlerinin kolayca geçiş yapabildikleri iki tutum, birbirinin yerine geçebilen iki yüz olmadı. Bu nedenle mazlum-zalim diyalektiğini anlamadan islamo-faşizmin toplumsal desteğini, gericiliğin kitle ruhunu kavrayamayız. AKP ve siyasal İslamcı hareket; toplumun en geri, en eğitimsiz, geleneksel kültürün etkisindeki en yoksul, mesleksiz ve sınıf bilincinden uzak kesimlerini toplumun kültürel merkezine, eğitimli kesimlerine, estetik anlayışı gelişmiş seçkinlerine (zengin değil) karşı kışkırttı. Onların bu kesimlere karşı duyduğu kıskançlık ve öfkeyi ideolojik olarak besledi. Bu kesimlerin kenarda kalmışlık, dışlanmışlık, ülkenin nimetlerinden uzak kalmışlık duygularını istismar ederek, bu durumun asıl sorumlusu olan kapitalizm yerine, aydınlanma ve moderniteye karşı bir düşmanlığa dönüştürdü. Söz konusu kitle de zaten bu tutuma hazır bir çizgide duruyordu. Öyle ki, toplumda “eziklik” duygusu içindeki kesimlerin çağdaş yaşam alanlarına, akılcılığı ve bilimi esas alan çevrelere karşı tepkilerini –ki bu ilkel ve haklı olmayan, sınıf bilincinden uzak tepkilerdi- bir “intikam” ideolojisine dönüştürdü. Oysa toplumun eğitimli, meslek sahibi, aydınlanma ve çağdaş yaşamdan yana kesimleri onların ne yoksulluklarından ne de ezilmişliklerinden sorumluydu. Kontrgerilla, 6-7 Eylül 1955’de azınlıklara karşı aynı özelliklere sahip kitleye karşı aynı ideolojik-kültürel motifleri kullanmıştı.
AKP ve İslamcı entelijansiya, söz konusu “ezik özne” üzerinden öyle yaygın bir ideolojik ve kültürel kampanya yürüttü ki bir süre sonra “kutsal mazlum”dan acımasız ve saldırgan bir “zalim” yarattı. Gündelik siyasette “mağdurluk edebiyatı” denilen durum budur. Kendisinden olmayana düşman gözüyle bakan, kin tutan, bu kini bir türlü dinmeyen ve iktidara gelince “sıra bizde” diyen karanlık ve cehalet içindeki mekanizmaları aracılığıyla bu zihniyet dünyası ve onun taşıyıcısı olan kitle sürekli beslenerek yeniden üretildi. Vasatın, niteliksiz olanın, liyakatsizliğin, kayırmacılığın, yağmacılığın ve servet açlığının saldırganlığı ve iktidarı ile karşı karşıya kaldı ülke. İyi ve nitelikli olanın elendiği, kötü ve niteliksiz olanın yükseldiği bir düzen kuruldu. Diplomasızların dönemiydi artık. Ülkenin 200-250 yıllık bir modernleşme, aydınlanma ve rasyonalite (akılcılık) sürecinin ve deneyimin ürünü olan kurumsal yapısı, bir bedevi saldırganlığı ve yağmacılığı ile imha edildi. Ülke geriye savrulmaya ve statü kaybetmeye başladı.
Yağma ve talana dayalı bir ilkel sermaye birikimi yöntemiyle İslamcı-muhafazakâr bir sermaye sınıfı oluştu. Toplumda derin bir eşitsizlik, gelir ve servet adaletsizliği gelişti. İslami bir oligarşi meydana geldi ve ülkenin kaynaklarına el koydu. Din ve “kutsal mazlumluk” söylemi üzerinden bu tablo için rıza üretildi.
Yalana, çarpıtmaya ve ideolojik hileye dayalı yeni bir tarih anlayışı ve okuması geliştirildi. Günümüzün “ezik öznesi” o görkemli tarih ile avutuldu ve o tarih üzerinden sanal ve mistik hedefler konuldu. Kutlu dava hedefe ulaşırsa herkes istediği ve hakkı olan şeyi alacaktı. Ancak henüz “kâfirlerin”, “vesayetçilerin” ve “halka yukarıdan bakan” seçkinlerin kökü kurutulmamıştı.
Oysa sözü edilen kesimlerin neredeyse canı çıkmıştı. Dışlanan, ezilen, hakaret edilen, hapse atılan onlardı. Eziklik kompleksi ve ilkel intikamcılık öyle kışkırtılmıştı ki dinmek bilmiyordu. Yoksullar, efendilerinin iktidarı için “kutsal kurbana” dönüşmüştü. Bu arada ülke çöküyor, kendisini çevirecek rezervleri tükeniyordu. Yağma ve taban ekonomisinin sonucu olan derin ve yıkıcı bir ekonomik kriz, ülkeyi kasıp kavuruyordu.
Devrimci ve sosyalist hareketin, gerek 12 Eylül 1980 darbesi gerekse 1990’da dünyada gerçekleşen ve sonuçlarını hâlâ yaşadığımız büyük geriye savrulma sonucu devreden büyük ölçüde çıkmasının sonuçları da çok ağır oldu. İnsanlık, çıkan bu maliyeti hâlâ karşılayabilmiş değil. Sosyalistlerin güç kaybetmesiyle, ülkenin yoksulları ve düzenin mazlumları siyasal İslamcıların ajitasyonuna açık ve korumasız hale geldi. Böylece, söz konusu kitle sınıfsal bir perspektif kazanamadı. Dolayısıyla özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesinin bir parçası ve öznesi de olamadı. İslamo-faşizmin kıyıcı ve hoyrat kitle tabanına dönüştü. “kutsal mazlumluk” kutsal zalimliğe evrildi.
Durum sosyolojik bakımdan İspanyol yazar Ortega Gasset’in önemli kitabı “Kitlelerin İsyanı” çalışmasında ortaya attığı “vasatın iktidarı” durumundan daha farklı ve derin bir yıkıcılığa sahiptir. Çünkü, esas olarak İslam’ın ortaçağına ait değerler dünyasına yaslanan ilkel bir saldırı, imha edici bir düşmanlık söz konusudur. Taliban’ın büyük bir ülkede iktidar olduğu İslam dünyasında, aydınlanma ve modernitenin zamanını dolduran tarihsel ve toplumsal projeler/aşamalar olduğunu savunmak ahmaklıktır.