İki tür deprem, aydınlanma ve alçaklık
“Diyebilir misiniz bu yasalar, ‘sonucudur seçimi gerektiren,
İyi ve özgür bir Tanrı’nın özgürce seçtiği ebedi yasaların’
Diyebilir misiniz, gördüğünüzde yığınla onca kurbanı:
‘Bedelidir ölümleri suçlarının, Tanrı öcünü aldı?’
Bu çocuklar hangi suçu, hangi hatayı işlemiş,
Şu zavallılar kan içinde annesinin göğsünde ezilmiş?
Daha çok mu batmıştı ahlaksızlığa, şimdi yok olmuş Lizbon,
Sefahat içinde yaşayan Londra’dan, Paris’ten?”
(Voltaire, “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir”den, Çev. M. Topuz, A. S. Tümkaya)
Voltaire’in yine Lizbon depreminden yola çıkarak yazdığı Candide adlı eseri de aynı konuyu işler, Leibniz ve Papa’nın yaklaşımını eleştirerek depremin Tanrı’yla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, bir doğa olayı olduğunu savlar; deprem jeolojinin konusudur.
Aydınlanma akımının “haşarı çocuğu” J. J. Rousseau ise Voltaire ile de polemik yaparak konuyu bir adım öteye taşır. Rousseau, Voltaire’in söyleminin halkın acılarını hafifletmediğini vurgulayarak ona şu soruyu sorar: “Deprem bir doğa olayıdır, tamam… Peki, neden sadece yoksullar ölüyor?” Görüldüğü gibi Aydınlanma gelişmekte ve dallanmaktadır. Konu sadece bir jeoloji konusu da değildir, sosyolojiyi de ilgilendirir.
***
Bütün bunlar 1500 sene öncesinin, 1000 sene öncesinin, 250 sene öncesinin tartışmaları. Deprem olgusuna farklı yaklaşımlardan yola çıkarak insanlığın düşünsel gelişimini izliyoruz bu tartışmalarda.
Günümüzde ise depremin ne tür bir doğa olayı olduğu, deprem üreten mekanizmalar, nasıl tedbirler alınması gerektiği bilimin ışığında net olarak biliniyor. Hele İstanbul depremlerini de üreten, Anadolu’yu boydan boya geçen Kuzey Anadolu Fayı ve bu fayın Marmara Denizi içindeki kolları, hangi durumda hangi şiddette deprem üretebileceği, İstanbul’un nasıl etkilenebileceği vb. ayrıntılarına kadar biliniyor. Bilim insanları ne tür kamusal tedbirler alınması gerektiğini tek tek söylüyorlar ve uyarıyorlar.
Bütün bu bilimsel gerçeklere karşın hala “ilahi adalet”ten, “tevekkül”den, “Tanrı cezası”ndan söz edenlere, İstanbul’u bir beton denizine (olası bir kitle mezarlığına) dönüştüren iktidar sahiplerine, halktan topladıkları deprem vergilerini iç edenlere, kar hırsı uğruna yığınla korunaksız bina inşa edenlere, yılışık müteahhitlere, vb’lerine ne demeli? Kelimenin tam anlamıyla alçaktır bunlar, alçaklıktır bu!
Ve bu alçakların kendileri için her türlü tedbiri aldıklarından, bilimsel ilkeler ışığında inşa edilmiş korunaklı binalarda oturduklarından emin olabilirsiniz. Olan yine yoksullara olacaktır beklenen İstanbul depreminde…
***
Ama ne Tanrı ne doğa ne de bu alçaklar karşısında çaresiziz. Başka türden bir deprem daha var. Bütün Avrupa siyasal arenasını etkileyen 1755 Lizbon Depremi modern Portekiz’in doğumuna yol açmıştır. Ve 34 yıl sonra gelen asıl büyük depreme: 1789 Fransız Devrimi… Bu depremde yoksullar ölmemiştir; krallar, aristokratlar yollanmıştır giyotine…
Deprem konusu açıldığında kulağımda hep genç yaşta yitirdiğimiz devrimci oyuncu Erkan Yücel’in “Deprem ve Zulüm” adlı tiyatro oyunundaki -oyuncuların ayaklarını yere vurarak söyledikleri- ezgi yankılanır. 1976 Van Depreminden sonra yazdığı oyunu Erkan Yücel ve arkadaşları köy köy dolaşıp traktör üzerinde sahnelerlerdi. Bir tanesini ben de seyretmiştim çocuk yaşımda, nasıl etkilendimse hiç unutamıyorum:
“Deprem var, deprem var
Muradiye’de, Van’da…
Bu deprem, bu deprem
Biz yoksullara yarar.
Sömürücü zalimler
Kaçacak delik arar.”
Kulaklara küpe olsun!