insan haklarına önem vermekten insanların kimliklerine ve değerlerine saygı duymaya, farklı seslerin duyulmasını sağlamaya kadar geniş bir alana yayılıyor.
Bu gerçek kentlere de yansıyor. Kentlerin gelişkinliğinin yalnızca altyapılarıyla ölçülmediği çok uzun süredir bilinen bir gerçeklik. Yaşanabilir kentler için kriterler altyapıdan başlıyor, eğitime, çevreye duyarlılığa, yeşil alana, toplu taşımaya, yaya ve motorsuz erişime, sağlık hizmetlerine, kültüre ulaşıma, yaşlı, engelli ve çocukların hizmetlere ulaşma hızına kadar geniş bir hizmet alanına kadar yayılıyor. Türkiye’nin ilerleyip ilerlemediğini test etmek için, kuşkusuz ekonomik krize, gelir dağılımına, yargıya ve oligarşik bir yapıya dönüşen sistemin kendisine bakmak gerekir ama küresel ölçekte “yaşanabilir kentler” sıralamasına baktığımızda bile ülkenin gelişimi ile ilgili tabloyu net olarak görebiliyoruz: The Economist’in beş temel kriter, yani kültür ve çevre, eğitim, sağlık hizmetleri, altyapı ve istikrar üzerinden giderek oluşturduğu “Avrupa'nın en yaşanabilir şehirler” listesinde İstanbul savaş halindeki Kiev’den sonra ikinci!
Kaldı ki, 21 yıllık AKP iktidarı, gelişim açısından bırakın genel değerlendirme kriterlerini, 10 yıl önce kendi belirlediği hedeflerinin de çok gerisine düşmüş durumda: Türkiye, ne dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde, ne yıllık bütçe 2 trilyon doları aşmış durumda, ne de kişi başına düşen yıllık gelir 25 bin dolar!
Bu gerçek otoriterleşmeyi, otoriterleşme de hukuğu ortadan kaldırıyor, kutuplaşmayı teşvik ediyor ve güven duygusunu ortadan kaldırıyor. İtiraz ve karşı çıkışı etkisizleştiriyor, dayanışma gücünü azaltıyor. Ekonomik kriz, şiddet, savaş ve göç dalgası da belirsizliği ve geleceğe bakışta umutsuzluğu derinleştiriyor. Bu sonuçlar izlenen siyasetle doğrudan bağlı olduğu için Türkiye ilerlemiyor, geriliyor.
30 Ağustos’un 101. Yılında, Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gerçek bu!
ABDÜLHAMİT VE ERDOĞAN BENZERLİĞİ
Türkiye’nin son yılları hızla 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanı öncesine benziyor. II. Abdülhamit’le Erdoğan arasında benzerlikler hızla artıyor. İstibdat, yani tek adam yönetiminde “hak ve özgürlük tanımayan despotizm” artarken, meclis işlevini yitiriyor, alternatif medya RTÜK sopasıyla cezalandırılıyor, yaşam tarzına müdahaleler artıyor. Eğitim birliğini ve karma eğitimi ortadan kaldıracak “gençler birbirini taciz edebilir, gerekirse kız okulları açarız” önerileri, yasaklanan festivaller ve konserler, gazeteciler cezaevindeyken, 12 yaşındaki çocuğu istismardan tutuklanan tarikat Şeyhinin infaz yasasından yararlanacak olması, uçuş esnasında pilotların kokpitte namaz kılınmasının önü açılması, mesai ve ders saatlerinin Cuma namazına göre ayarlanmasına ilişkin fetvalar ve sonradan “biz öyle demek istemedik” denilse de İstanbul Valiliğinin açık alanlarda içki yasağı sistem üzerinden toplumsal yaşama müdahaleyi açıkça gösteriyor…
Prof. Dr. Emre Kongar’ın ifadesiyle, “ideolojik bir toplum mühendisliği amacıyla, din, siyaset, tarih ve edebiyat kitaplarını da kapsayan biçimde yapılan düşünce yasaklamaları ve toplumsal manipülasyon” artıyor.
DÜNE DEĞİL YARINA BAKMALI
Türkiye Abdülhamit’in istibat dönemine benzeyen Erdoğan dönemini sonlandırma şansını 14 Mayıs’ta kaçırdı. Yaklaşık her iki seçmenden biri “bu dönem kapansın, Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı demokrasiyle taçlansın” dese de Erdoğan ipi göğüsledi.
İlhamını Fransız Devrimi’ndeki “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilkelerinden alan, yanına adaleti de ekleyen İkinci Meşrutiyetçiler İstanbul’da “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganlarıyla 23 Temmuz 1908 günü bir dönemi kapatmışlardı. Seçimler öncesi Meral Akşener’in yeniden gündeme taşıdığı bu slogan Cumhuriyetin 100. Yılı biterken laik-demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti isteyen bütün güçlerin ortak sloganı olabilmeli. Çünkü insanın mutluluğunu önceleyen yaşanabilir bir Türkiye’de, yaşanabilir kentlerde ancak bu perspektifle inşa edilir. Muhalefet de yerel seçimlerde pozisyonunu bununla test etmeli, yönü düne değil, yarına yönelik olmalı!