‘Faşist ütopya’ya karşı…

Yayın tarihi: 8 Ağustos 2019 Perşembe 4:40 pm - Güncelleme: 5 Mart 2020 Perşembe 4:53 pm

Ender Helvacıoğlu

Burjuva uygarlık modeli (kapitalizm) Modernite’nin ürünüdür. Fakat aynı zamanda içinde anti-Modernite eğilimini de barındırır. Bu çelişkili yapı, kapitalizmin sömürücü bir üretim tarzı olmasından kaynaklanır. Burjuvazi, aristokrasiye ve feodalizme karşı mücadele ederken Modernite’den yanadır; iktidarı aldıktan, aristokrat sınıfları tasfiye ettikten ve kendi temsil ettiği üretim tarzının temelini attıktan sonra anti-Modernite yönü ön plana çıkar. Yaklaşık 500 yıllık kapitalizm sürecinde Modernite yönündeki insanlık kazanımları, ya aristokratlara karşı savaşım içinde ya da daha sonra emekçilerin kapitalizme karşı mücadeleleri ile oluşmuştur.

Bu niteliğiyle burjuvaziyi “Modernite’den yana” bir sınıf olarak nitelemek doğru değildir. “Modernite’ye el koyan sınıf” tanımı gerçeğe daha uygun görünüyor; hele 500 yıllık sürece günümüzden bakıldığında…

Burjuvazinin temsil ettiği sistem (kapitalizm) başından itibaren; 1) Sermayenin emek üzerindeki egemenliğine ve sömürüsüne, 2) Kapitalist-emperyalist ezen ülkelerin, dünyanın dörtte üçünü kapsayan ezilen ülkeler üzerindeki yıkım ve talanına, tahakkümüne, sömürüsüne dayanır. Dolayısıyla burjuva aydınlanması, burjuva laikliği, burjuva insan hakları ve özgürlüğü, toplumun egemen, yönetici, elit kesimleriyle sınırlıdır. Emekçi sınıflara ve ezilen halklara gelindiğinde ise, gericiliğe, ortaçağ karanlığına, dinciliğe, despotizme, yıkıma, talana, köleliğe ve sınırsız sömürüye, yani katıksız anti-Modernite’ye dönüşür. Bu açıdan burjuva iktidarların, Modernite öncesi aristokrat yönetimlerden ve imparatorluklardan geri kalan bir yanı yoktur, fazlası vardır. Tarihin gördüğü en kapsamlı soykırımların, vahşi uygulamaların, hiçbir kurala bağlı olmayan yağma ve talanın sorumluları burjuva iktidarlardır.

Bilindiği gibi kapitalist üretim ilişkilerinin temel çelişmesi üretimin giderek toplumsallaşmasıyla mülkiyetin giderek tekelleşmesi arasındaki çelişkidir; kısaca emek-sermaye çelişkisi. Bu çelişkinin emek kutbu nasıl -aslında toplumsal bir faydası olmayan- sermaye birikimini ve tekelci mülkiyeti yok etmeye çalışıyorsa, sermaye kutbunun hedefi de emeği yok etmek, emeğe bağımlılıktan kurtulmaktır. Elbette bu bir ütopyadır çünkü sermayenin anası emektir yani sermaye el konulan emektir ama “kapitalist gelişmenin” altındaki güdü her zaman bu ütopik hedef olmuştur.

Yeni sömürü alanlarının açılması, insan emeğinin yarattığı değerin el konulan kısmının (sermayenin) azamiye çıkarılması, henüz metalaştırılamamış karşılıksız emek alanlarının da meta ilişkileri girdabına çekilmeye çalışılması, gezegenimizin doğal kaynaklarının, yer üstü ve yeraltı zenginliklerinin (hatta uzayın) “doğal sermaye” olarak görülüp yağmalanması bu hedefin uygulamalarıdır. Bilim ve teknoloji ile din dahil bütün rıza ve manipülasyon yöntemleri de bu hedef doğrultusundaki araçlar haline getirilir.

Gerek sömürgecilik ve yeniden hortlatılan kölecilik, gerek emperyalizm, gerekse faşizm bu güdünün (emek-sermaye çelişkisini sermaye lehine çözme çabasının) ürünleridir. Emek tarafından sınırlanmadığı veya bu sınırlamanın zayıfladığı, sermayenin gemi azıya aldığı koşullarda bu tür “anti-Modernite ürünleri” ön plana çıkar.

***

Peki, kapitalizme içkin bu anti-Modernite eğilimi süreklilik kazanıp ve bir eğilim olmaktan çıkıp sistemin belirleyici niteliği olabilir mi? Emeğin azami ölçüde ekonomi dışına sürüldüğü, insanların zapturapt altına alındığı veya enterne edildiği, esas olarak eşyaların yönetildiği ama küresel burjuvazinin (küresel oligarşi demek gerek) tartışmasız tahakkümünün bulunduğu bir sistem gerçekleşebilir mi? Bilişim, robot teknolojisi, yapay zeka, biyoteknoloji vb. alanlarındaki gelişmeler, bu teknolojileri yönlendiren bir azınlığın elinde böyle bir sisteme zemin hazırlayabilir mi? Bu azınlığın elindeki silah donanımı insanlığa boyun eğdirebilir mi? Muhtemelen böyle bir noktaya ulaşamadan ya devrilip yok edilecek ya da çökecektir ama kesinlikle olmaz da diyemeyiz. Bu, Hitler’in ütopyasıydı. Günümüz küresel burjuvazisinin de aynı hayali görmediğini ve uygulamaya geçmediğini söyleyemeyiz.

Böyle bir sisteme herhalde artık “kapitalizm” denemeyecektir; çünkü emek-sermaye çelişkisinin sermaye lehine çözüldüğü bir sistemdir bu. Belki Samir Amin’in “yeni-haraçlılık (neo-tributaire)” veya Hardt ile Negri’nin “imparatorluk” diye tanımladığı sistem olacaktır; dünya çapında faşizm de diyebiliriz. Sınırsız tahakkümün yaşandığı, tahakkümün özgürleştiği, insanların ya boyun eğdirilip maymunlaştırıldığı/köleleştirildiği ya da sistemin dışına itilip barbarlaştırıldığı, itiraz edenlerin şiddetle bastırıldığı, doğanın sınırsızca yağmalandığı bir tekno-faşizm.

Bir distopya; ama belirtileri var. Belirtilerini ülkemizde, bölgemizde ve dünya çapında hissedebiliyoruz. Faşizmin sadece şiddet değil, rıza üreterek de geldiği biliniyor. Faşizm bir yanıyla “kitlesel Stockholm sendromu”dur.

***

Engellenebilir. Çünkü böyle bir eğilime karşı, neredeyse insanlığın tamamını kapsayan çok geniş bir ittifak örülebilir. Tekil olaylarda kendiliğinden biçimde örülüyor da… Kendi ülkemizden örnek verirsek, Haziran direnişi ve son olarak Kazdağları’ndaki yağmaya karşı gelişen kitlesel tepki gösterilebilir.

İnsanlar şimdilik nasıl bir sistemde yaşamak istediklerini bilmiyorlar. Aslında entelektüellerin ve öncülük iddiasında bulunanların da bildiği söylenemez. Ama herkes nasıl bir sistemde yaşamak istemediğini biliyor. Sağlam bir çıkış noktasıdır bu; gerisi pratik içinde gelecektir. Bu kez emeğe dayalı yeni bir Modernite dalgası, dünyanın her yerinden kendi rengiyle gelecek ve ortak bir potada buluşacaktır. Emekçi Modernitesini bayrak edinen dünya çapındaki bir kitle hareketi bu neo-faşizmi engelleyebilir. Bu çapta bir pratiğin o çapta bir kuramı da oluşacaktır.

İnsanlar güvenlikleri uğruna uygarlığa (sınıflılığa) razı oldular, özgürlüklerinden feragat ettiler. Sanırım yine güvenlikleri uğruna sınıflılığa (uygarlığa), sınıflılığın bu artık ifrata varmış biçimine son verecekler ve bu kez özgürlüklerini kazanacaklar.

Güvenlik ile özgürlük arasındaki çelişki, insanın insana kulluğu ve insanın doğayla savaşımı yoluyla çözülemedi. Görüldü ki bu yolla ne güvende olabildi insanlar ne de özgür. Demek ki insan-insan ve insan-doğa uyumuna ve emeğin özgürleşmesine dayalı yeni bir toplum sözleşmesi gerekli.

Bu noktada anahtar kavram “emek”tir. İnsanın toplumsal (kültürel) evriminin motorudur emek. Biyolojik ve kozmolojik evrim denirse, orası bizi aşar. Orada boynumuz kıldan ince. Doğaya, evrene ve maddeye karşı özgürlük olmaz, yasalara uyacaksın…