Ertürk Akşun | Yeni faşizm, dil ve iktidar

Yayın tarihi: 4 Mart 2021 Perşembe 6:09 pm - Güncelleme: 5 Mart 2021 Cuma 2:46 pm

Ertürk Akşun, TELE1 için yazdı…

İdeolojik hegemonya nasıl sağlanır?

Kısaca tarif edecek olursak, egemen ideolojinin, dil, bilim, kültür, edebiyat, sinema gibi araçları kullanarak, kimi zaman gözüne sokarak kimi zaman ise hissettirmeden, her türden görüşü kendine benzetmesiyle sağlanır. Bu süreç çok uzun da olsa meyvelerini verir. Bir müddet sonra renkler arasındaki fark ortadan kalkar ve vasatta birliktelik kurulur.

Deli ve Dahi” filmini izleyenler bilir, gerçek yaşam hikayesinden sinemaya uyarlanmıştır. Oxford sözlüğünün yazılış hikayesidir. “Dile hakim olmadan hegemonya kuramazsın” diyorlar ve tam 72 yıl sürecek sözlüğün hazırlanması için uğraşıyorlardı. İngiliz dilinin başat dil olmasında emekleri çoktur. Öyleyse şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün. Dil, egemen ideolojinin hegemonya araçlarından en kuvvetlisidir.

Bugün geldiğimiz noktada hegemonik güç karşısında fikri üretimlerle kendi dilini yaratmış ve kabul ettirmiş olan soldan söz etmek mümkün mü? Ne yazık ki, ilericilerin, aydınlanmacıların, kültürel dünyada sahip olduğu azımsanmayacak etkiyi, neredeyse tamamen kaybetmiş olduğuna tanık oluyoruz.

Elbette bunun bir sebebi var; tam tamına 40 yıldır neo-liberalizmin, post-modern felsefenin ve yeni tip faşizmin saldırısı altındalar.

Uzun süredir aklını kaybetmiş haldeki dünya, yeni faşizm olgusuyla karşı karşıya gelmiştir. Artık dünyanın büyük bir kısmını yeni faşist liderler ve anlayışlar yönetmektedirler.

Aklını kaybetmiş haldeki dünyaya yeni bir isim verdim ben. Anlaması daha kolay olur diye.

Uzun Yeni Ortaçağ… Son yıllarda buna benzer değerlendirmeleri duymuşsunuzdur. Alain Minc “Yeni Ortaçağ”, Yalçın Küçük “İkinci Ortaçağ”, Taylan Kara’da “Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme” çalışmasında “Yeni Ortaçağ”, Merdan Yanardağ ise “Yeni Muhafazakarlık / Neo-Con’lar” kitabında, “Yeni Ortaçağ” olarak kullanıyor. Ben buna ‘uzun’ sıfatını ekledim. Bu sıfat önemli.. Tam 40 yıldır sürüyor. Kısa gibi görünen bu süre aslında çok uzundur. Çünkü, bu çağda yaşamın ritmi, bilim ve teknolojinin gelişim hızı, tarihin ilerleme ve değişim temposu nedeniyle 10 yıl, bir önceki çağda en az yüz-yüz elli yıla denk gelir.

Ama sevindirici olan şu ki artık Uzun Yeni Ortaçağ’ın da sonuna gelmiş bulunuyoruz. Aslında sonun başlangıcı evresindeyiz…

1970’lerin sonundan başlayıp günümüze dek gelen bu uzun ortaçağ sürecinde, akılcılık tamamen yok oldu, dünya koyu bir karanlığa büründü.

Solcular, komünistler, sosyalistler hatta ve hatta aydınlanmacılardan oluşan İlerici kanat diyebileceğimiz grup dilini, kavramlarını ve en önemlisi de ideolojik hegemonyasını sadece en geri halk tabanında değil (orada hep yoktu) orta sınıf ve beyaz yakalılar nezdinde de kaybetmiştir.

Üniversitelerde, akademisyenler arasında, medyada da bu hakimiyeti kaybetmişlerdir, hatta kitap sektöründe bile artık yoktur ilerici kanat hakimiyeti.

Edebiyat, kendini artık adına “post-modern edebiyat” denen, ne idüğü belirsiz ve mistik, anlaşılmaz ve kavranamaz bir çehrenin hegemonyasına teslim etmiştir.

Ne demek mi istiyorum?

Bir örnekle açıklayayım.

Bakınız Hasan Ali Toptaş…

Solun hatta ileri solun bile kendi içerisinde “Doğu’nun Kafkası” olarak işaret ettiği bu arkadaşın hayranları çok, ama pek çoktu bir zamanlar.. Her mecrada ve her entelektüel seviyede Hasan Ali Toptaş’ın Doğu’nun Kafkası olarak nitelendirilmesine tanıklık ettik.

Çok uzun zaman üzerinde düşünmüş olmama rağmen Kafka ile Hasan Ali Toptaş’ın ne yönden birbirlerine benzediklerini bir türlü bulamadım, saptayamadım. Ama birileri ideolojik hegemonyanın bir parçası olmaktan gelen gücünü kullanıp, bu mistik ve ne söylediği belli olmayan arkadaşı bize Doğu’nun Kafkası olarak satabiliyor. Üzücü kısma gelecek olursak, bu satışı en çok ilerici diye belirlediğimiz saflar alıyor. İşte hegemonya budur.

Şimdi gelelim asıl konumuza.

Daha geniş bir pencereden anlatabilmek için meseleyi rejimin son günlerde sıklıkla kullandığı bir kavramı ele alarak açıklayacağım.

Lebaleb!

Kolayca ve en bilindik haliyle “tıklım tıklım” demek varken neden rejim “Lebaleb” demeyi tercih ediyor dersiniz?

Hadi rejim kendince bir sebep buldu da kullandı bu kelimeyi diyelim. (sebebini birazdan açıklayacağım) İyi de kendilerine “muhalefet” denen o güruh neden bu yeni sıfatın peşine takılıp gitti.

Aslında mesele tam da yazının başında sözünü ettiğim “rejimin hegemonyasını” kabul etmekle ilgili bir refleks bu.

Ergin Yıldızoğlu’nun “Yeni Faşizm” adlı kitabından Umberto Eco’nun konuyla ilgili tanımlarını aktarmak isterim;

  • 21. yüzyıl insanının en büyük yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini düşünmesidir.
  • Gelenek kültü. Geçmiş bir zamandaki yaşam pratiklerine, kullanılan dile özel ilgi. Tüm bilgilerin aslında geçmişte gizli olduğuna inanç. Yeni bir şey öğrenmenin yolu ancak eski bilginin kodlarını çözmekten geçiyor.

 

  • Yeni faşizmde yeni bir dil yaratılır. Sözcük haznesi yoksullaştırılmış, basitleştirilmiş dil karmaşık, eleştirel akıl yürütmeye olanak veren araçlara ulaşımı engeller.

Yeni dil meselesine başka örnekler vermek hiç de zor değil.

Fıtrat, Yerli ve Milli, Rabia, Haşhaşi, Şahsım, Cumhur, Okyanus Ötesi, Üst Akıl, Şehadet şerbeti… Daha niceleri var elbette.

Şahadet Şerbeti deyince Umberto Eco’dan bir not daha aktarma ihtiyacı doğdu;

  • Yeni faşistlerde de kahramanlık kültü, ölüm kültüne açılır. Faşist toplumda kahraman ölümü arzular, ölmek için sabırsızlanır bu sabırsızlıkla birçok insanı ölüme gönderir. Ölüm şerefli bir şeydir.

Biz elimizdeki yeni kelimeye geri dönelim;

Lebaleb

Hınca hınç, tıklım tıklım anlamına gelen labaleb…

Pandemi önlemleri kapsamında her yer kapalıyken, milletin gözüne soka soka kalabalıkları bir araya toplayarak kongreler yapmak sizce de siyasi bir risk değil midir? Kafeler, lokantalar, kahvehaneler kapalıyken, hınca hınç dolu kongre salonlarını gören esnaf iktidarı yaylım ateşine tutmaz mı?

Tutar.

İktidar bunun bilincinde değil mi ?

Elbette bilincinde. Bütün risklerin farkında ama mesele başka.

Faşizm tarifine geri dönelim hemen bu noktada.

Ergin Yıldızoğlu’nun “Yeni Faşizm” adlı kitabında Trump’ı anlatırken yaptığı analize bakalım;

“Başkan olduktan sonra Trump iki özelliği ile hemen dikkat çekti: Trump her gün adeta dalgalar halinde Tweet mesajı yazıyordu. Bu her konuda tepki veren Tweet’lere ek Trump, taraftarlarıyla yüz yüze görüşmeye yönelik ve olağan üstü sıklıkta düzenlenen mitinglere, salon toplantılarına büyük önem veriyordu.

Bu toplantılarda Trump eğitim seviyesi düşük kesime yönelik bir dil kullanıyor, el kol hareketleriyle, beden diliyle maço lider imajı yansıtıyor, sık sık, devlete demokratik yollarla seçilmiş görevlileri, aşağılayıcı, şeytanlaştırıcı, nefret uyandırıcı bir söylemle, hatta müstehcen sayılabilecek fıkralarla hedef alıyor, böylece toplantıya gelen kitlenin düzene olan tepkilerini, kitle ile arasında bağ kurmak için araçlaştırıyordu. Bu mitinglerde, salon toplantılarında, pankartlar, flamalar ve üzerinde kocaman MEGA yazan şapkaları yaygınca kullanıyordu.”

Konunun ne olduğu sanırım yeterince açık.

Açıklanan yeni serbestliklere baktığımızda travmatik sonuçlar buluyoruz karşımızda.

  1. Düğün, restoran, kıraathane, halı saha ve havuzlar açılırken kültürle bütün alanlar kapalı. Müzeler, tiyatrolar, konser salonları kapalı…

Gelin bu kez bir Umberto Eco notu daha okuyalım;

  • Kültüre, entelektüellere karşı düşmanlık: Muhalif entelektüellere ve sanatçılara karşı yönelik “Dejenere entelektüeller”, “kadınsı züppeler”, “Kalın kafalılar”, “Üniversiteler komünist yuvası” gibi tanımlarla, simgesel şiddet uygulamak.

Hem kültüre hem de son zamanlarda ayyuka çıkan Boğaziçi Üniversitesi eylemlerine karşı gösterdikleri tepki de aslında üniversitelere karşı sahip oldukları bakış açsısını görebiliyor musunuz Umberto Eco’nun sözlerinde?

Bu travmanın bir yüzü işte… Ama durun bitmedi. Bu travmanın başka bir yüzü daha var. Evet yazık ki iki taraflı bir travma söz konusu… .

Bütün bu olan biteni hiç fark etmeyip, hala böylesi bir yönetimde hukuk aramak, bu yönetimin kültüre değer vermesini beklemek, hala gözü yaşlı muhalefet yapmak, “Bunu nasıl yaparlar? “ diye yakınarak her yeni saçmalığa şaşkınlıkla bakmak, travma değildir de nedir?

Siyasi bir parti iktidara yürümek istiyorsa eğer, dilde, kültürde, siyasette, siyaset dilinde hegemonya kurmalı ya da en azından bu yönde bir çaba harcamalıdır.

İktidarın kullandığı her yeni kelimeye şaşırmak, alınan her kararla ilgili tartışmaya katılmak, sadece ve ancak o iktidarın izinden gitmek demektir. Bu şekilde iktidara yürünmeyeceğini sanırım muhalefet de biliyordur…

İyi de o halde bunu neden yapıyor?

Bence asıl soru bu;

Neden?