Türkiye çok zor bir sürece doğru ilerliyor. Maalesef, çok üzülerek söylemeliyim ki; siyaset alanının çerçevesini “kişileri tartıştırarak” halen Erdoğan belirliyor. Bu minder tehlikelidir. Ve bu minderden acilen çıkılmaması halinde tarihin en ağır krizine kapılabiliriz. Toplumsal muhalefetin, bu meseleyi daha makul bir zeminde irdelemesi gereklidir. Bu konuyu derinleştirmek istiyorum: Türkiye’nin kritik seçimine doğru adım adım ilerliyoruz. Siyaset oldukça sıcak. Uzun zamandır, medya ve sosyal hayatın merkezine oturan güncel siyaset; neredeyse tüm yaşamımızın öznesi haline geldi. Sanatçılardan yazarlara; artık herkes, popülist iklimden nasibini alıyor. Yaşadığımız bu popülist otoriterliğin tüm enerjisini seçime kazanmaya kanalize ettiği açık. Ve Türkiye’yi bir kimlik tartışmasına sürükleme çabası aşikar. Lakin, muhalefette halen ciddi sıkıntılarla karşı karşıyayız. Bu makalemde, alabildiğince bu sıkıntıları tarif etmeye çaba göstereceğim. İçine girmekte olduğumuz ekonomik buhran, 16 Nisan referandum süreciyle başlayan; kurumları ve rejimi oluşturan tüm aygıtları tek elde toplamaya dayalı sisteme geçişin sonuçlarından sadece bir tanesidir. Artık, son tahlilde herkesin şapkasını önüne koyması gerekir. Ülke olarak, yaşadığımız tüm ağır maliyetli hadiselerin nedenini irdelemeliyiz. Bu dönemi kavramadan; yeni bir gelecek inşa etmek imkansızdır. Bu dönemin ana hattı olan “otoriter popülist” siyaset modelini, radikal biçimde etkisiz kılacak bir siyasal örgütlenmeye gitmek, hayatiyet arz etmekte. Demokrasi savunucuları açısından, Erdoğan’ı aşan bir kavrayışı inşa eğilimini derinleştirmek zorundayız. Meseleyi “Erdoğan’ı yenme” noktasına indirgeyerek; bir sosyal sözleşme yazamazsınız. Mesele; yeni Erdoğan’lar çıkmasına imkan tanımayacak şeffaflıkta bir yeni toplum sözleşmesi oluşturmaktır. Bir yeni ulusal mutabakat ve yeni siyaset modeli yaratmaktır esas mesele. Ancak, üzüntü içerisinde görüyorum ki; muhalefetin sosyal tabanı dahil; herkes kişileri tartışıyor. Falanca olursa Erdoğan yenilir, filanca olursa Erdoğan yenilir. Meseleyi tümüyle bu noktada ele almak suretiyle; yaklaşan seçimin “kişi odaklı bir seçim” olmasına ciddi katkı sunan tartışmalara tanık oluyoruz. Çok net ifade etmek isterim ki; “kişi odaklı” biçimlenecek bir seçim zemininde, karşısına kim çıkarsa çıksın, Erdoğan kazanacaktır. Çünkü, Erdoğan; sadece laf üreten bir popülist değildir. Asırlara nam salmış otoriter popülistlerin başaramadığı bir işi başarmıştır. Tonlarca politik çalkantının içinden geçerek; yaratmayı arzuladığı toplumsal kimliği inşa etmeyi başarmıştır. İnşa ettiği ve adını “yerli milli” koyduğu bu kimlik, öyle yahut böyle; %60’lara varan bir sosyolojiyi kapsar. Bu kimlik, yapaydır. Sahtedir. Bir gerçekliğe dayanmaz. Lakin, sahte veya gerçek; inşa edildiği an, inşa edeni Erdoğan yapar. Yani Erdoğan, Recep Tayyip’in bir üst aşamasıdır. Sıradan, basite indirgenebilecek bir popülizm muzdaribi değildir. Tam kitabına uygun bir stratejik akılla, zamana ve hadiselere yayarak, “bir kimlik inşa etmeyi başarmıştır.” Otoriter Popülizm ile mücadelenin iki yolu vardır; ilk olarak asla ve kat’a, yaratılmış ve kanıksanmış kimlikle kavga etmemek. İkinci olarak, geniş bir toplumsal mutabakat yaratmak; mevcut rejimin açmazlarını belirginleştirip; mevcut rejimden kaynaklı sorunlara (ekonomi, hukuk..vs.) müspet çözümler getiren bir yeni sistem önermesi sunmak. Eğer vücutta kanserli hücre varsa, kanserin yayılım hızını durdurmak tek başına tedavi addedilemez. Aynı zamanda, tahribat oluşan organları iyileştirmek gerekir. Yani, Erdoğan’ı yendiğinizde; aslında Erdoğan’ı yenmiş olamazsınız. Ancak, “kalıcı” bir yeni demokrasi ve geniş tabanlı bir toplumsal mutabakat inşa etmeniz halinde bunu başarabilirsiniz. Bu nedenle, Türkiye’nin gelecek seçimi; “Erdoğan ile bir şahıs/kişi” arasında olmamalıdır. Bu zemin, yazımın ilk paragrafında üzüntü duyduğumu ifade ettiğim zemindir. Çünkü toplumsal muhalefetin; tartışmayı halen “kim aday olmalı” başlığı altında irdelemesi, tam olarak bu zeminde kalmamıza yol açmaktadır. Seçimi kazanmak, sadece ve sadece “bir yeni mutabakat, geniş tabanlı uzlaşı ve yeni bir anayasal önerme ile mümkündür.” Tüm bunları yapacaksınız, ve yaptığınız önermenin “ekonomik ve gündelik hayatı” nasıl iyileştireceğini tane tane anlatacaksınız. Özetle, Anadolu'daki o meşhur deyimde olduğu gibi; “yeni sistemin mala davara faydası ne olacak?” İşte tartışmayı buraya getireceksiniz. * 2002’yi hatırlayalım. Ağır bir ekonomik bunalım ve açmazlarla dolu bir dönemin ardından; “eski bir aktörün” yepyeni bir önermeyle sokağa çıktığı bir sürecin sonunda AKP hükümeti iş başına gelmiştir. Eski imajıyla tamamen tezat teşkil eden bu çıkış, Erdoğan’ı Başbakan yaptı. O gün, “muhtar bile olamaz” diye manşetlerin atıldığı, anketlerde hiç şans verilmeyen bir marjinal kimlik gibi algılanmasına rağmen, toplumun önüne koyduğu “yeni mutabakat” kazandı. Kalender siyasi kadrolar, demokratikleşme, Avrupa Birliği gibi vasıflı içeriklerle zenginleştirilmiş yeni mutabakatın içerisinde her kesim kendisine dair bir şey görebiliyordu. 2002 Yılında kazanan, “yeni mutabakat” oldu. Lakin, 2007 yılında ise, kazanan “Erdoğan” oldu. Çünkü; toplum, önerdiğiniz mutabakatın sosyal hayata dokunuşlarını irdeler ve size kredi açar. Erdoğan, 2007’de bu krediyi kullanarak tekrar iş başına geldi. Ancak, sonraki seçimlerin tümünde, kazanan; “otoriter popülizmin yarattığı kimlikti.” İşte bu hayati önem arz eden bir durumdur. Bu kimliğin çok çeşitli biçimlerde; yarattığı düşmanlarla verdiği savaş, o kimliğe yönelimi arttırdı. Artık neredeyse, sadece savaşan bir hükümet modeliyle seçim kazanır hale gelen bir AKP sürecine tanık olduk. * Bugün, nasıl kazanılır? Peşinen söyleyeyim; “şu kişi kazanır, ankette şu kadar çıktı” gibi sözler, bilimsel değildir. Esasen, yaratılmak istenen zeminin köşe taşlarıdır bunlar. Erdoğan’ın zannımca en fazla keyif aldığı şey bu olsa gerek. Erdoğan, yaklaşmakta olan seçimin; tamamen “kişi odaklı bir tartışmaya boğulmasını” istiyor. Bunun için, gündemi sürekli; “şu mu aday olmalı, bu mu aday olmalı” ekseninde tutuyor. Eğer, toplumsal muhalefet bu tartışmaya teşne olmasa; iktidar mahfillerinde bu işin sürdürülebilir olması olanaksız olurdu. Ancak, bizzat; muhalefetin mahallesinde sürdürülen bu tartışma, Erdoğan sisteminin karşısına bir “kişi” koyarak zafer elde edilebileceği yanılgısından ileri geliyor. Üzücü olan işte bu. Düşünün, biz daha bu tartışmadan çıkacağız, siyasi partiler tutumlarını netleştirecek, sonra ittifak masası aday belirleyecek ve sokağa çıkıp “yeni sistemi” anlatacağız. Ve önümüzde neredeyse 12 aydan kısa bir zaman var. Konunun sürekli olarak, “sığ” bir aday tartışmasında kalmasının, kişiselleştirilmiş bir seçim meselesi üzerinden konuşmamızın tek sonucu; Erdoğan’ın domine ettiği minderde oyun oynamak olacaktır. Oysa, ortada Erdoğan diye bir kişi yoktur. Bir “kişilik” ve “sistem” vardır. O halde, karşısında konuşlanması gereken bir “kişilik ve sistemdir.” Bugün, yaşadığımız tüm sorunların sebebi olan sistem ile; bütün bu sorunları çözecek, demokratik güçlendirilmiş parlamenter sistemin yarışması gereklidir. Ve, devletin sökülmüş çivilerini monte edecek, devleti bilen; tanıyan bir Cumhurbaşkanının idare edeceği, geniş katılımlı bir geçiş/reform hükümetiyle bu gerçekleşebilir. Yani, 2023 seçimleri ile, bir sonraki seçimler arasındaki süreç; bir geçiş sürecidir. Geçiş süreçleri, mikronluk ameliyatlara benzer. Cerrahın elinin dahi titremesi, tüm operasyona hezimet yaşatabilir. Sıfır riskle atlatılması gereken bu sürece, devleti çok iyi tanıyan ve “yeni mutabakata” tam bağlı bir aktörün liderlik etmesi şarttır. Gelecek seçimde Millet ittifakının adayı; masayı önemsemelidir. Mahalleleri bir araya getirebilen, toplumsal barışı yeniden tanzim ettirebilecek biri olmalıdır. Adayın meşruiyet kaynağı tümüyle budur. Ve işin en başında, tüm aktörlere bu realiteyi kabul ettirebilme gücüdür mesele. Politik Mehdi arayışı; mevcut düzenin hastalığıdır. Eskimiş ve ölmüş; çürümekte olan bu düzen, bu düzenin muhaliflerini dahi Mehdi arayan kişilere dönüştürmeyi başarmıştır. Oysa, gelmekte olan seçim; bir düzen değişikliği iddiasının oylanacağı bir seçimdir. Kim aday olursa olsun, Millet ittifakı adına kim seçilirse seçilsin; kampanya dahil, geniş tabanlı yapılacaktır. Yani, bir siyasi parti yahut İMAJIN kampanyası değil; yeni düzenin tüm aktörlerinin yer aldığı, adayın değil; yeni sistemin ve tüm aktörlerinin önde olduğu bir kampanya yaşanacaktır. Bakınız, işte bu sağlandığında; düzen değişebilir. Bir anlayışın, bir köhnemiş yaklaşımın köklü olarak değişebilmesinin yolu budur. Kimse, bir mehdi aramamalıdır. Politik Mehdi arayışı, yeni sistemde çalışmaz. Hatta, sistemin oluşması açısından risklidir. Neresinden bakarsak, neresinden tartarsak tartalım, bahsettiğim bu kapsamlı dönüşümün gerçekleşmesi açısından en ideal adayın Kemal Kılıçdaroğlu açıktır. Anlattığım denklemle zikrettiğim ismi yan yana getirdiğinizde; “evet, doğru” dediğinizi işitir gibiyim. Doğruluğu su götürmez bir gerçekten bahsediyorum. Eğer zemin bu olacaksa; eğer ciddiyetli bir dönüşümden bahsedeceksek, bu Kemal bey ile mümkündür. Şu an, makalenin bu kısmını okurken; içinizdeki itirazları duyabiliyorum. Bir kısmınız; “efendim kazanamaz” diyor. Soruyorum, nerden biliyorsunuz? Hatta şöyle ekleyenler olabilir; “siz bu toplumu tanımıyorsunuz.” Madde madde izah edeyim; 1- Kazanacak olan sistemdir. Kazanacak olan, yeni mutabakattır. Türkiye, ilk kez; böylesi kapsamlı bir mutabakatla seçime gidecektir. Önde olacak olan Millet ittifakıdır. Yani “masanın tümüdür.” Ve insanların umutla düşleyeceği yeni düzendir. 2- “Siz bu toplumu tanımıyorsunuz, Kemal bey ile olmaz” tümcesi ise, esasen; bir itiraf gibidir. Siyasetin, “kişi odaklı alana” sıkıştırılmasından kaynaklı bir itiraf gibidir. 3- Kemal Kılıçdaroğlu’nun, seçim kaybetme riski yoktur. Yeter ki, seçim; bir sistemsel tartışma zemininde seyretsin. Hatta, tarihin en büyük farkıyla kazanması son derece mümkündür. Elbette her seçim risklidir. Ancak, “kişileri tartışma” aşamasından, sistemleri tartışma aşamasına geçmemiz halinde, topluma sunulacak müspet çözüm önerileri ve yeni mutabakatın kazanması için emek harcamak, çalışmak, konuşmak ve halka dokunmak; hali hazırda %40’lara sıkışmış Cumhur ittifakının mutlak yenilgisine yol açacaktır. Rehavet pompalamıyorum, sadece bir eksen öneriyorum. Üstelik bu eksen, çok daha politiktir. Hele ki, tutarlı biçimde ideolojik siyaset yapan çevrelerin arzu etmesi gereken yoldur. Şöyle düşünelim, “Erdoğan mı daha iyi ibadet ediyor, rakibi mi?” Sizce, bu zemine sıkışmış bir siyaset mi kalıcı değişimi sağlar? Yoksa, “Erdoğan’ın rejimi mi adil, yeni mutabakat rejimi mi?” Kulağa doğru gelen ikincisidir. O halde, mutabakatın oluşmasını sağlayan aktörün, yeni mutabakata liderlik etmesi; sürecin sağlıklı ilerlemesi açısından en doğrusudur. Araştırmacı Kemal Özkiraz’ın araştırmalarından birinde elde edilen sonuç çok çarpıcıydı. Anketlerde vatandaşa isimler soruluyor. Belediye Başkanları dahil, geniş bir liste gösteriliyordu. Elbette vatandaş; “Kemal bey çok dürüst biri, ama olmasın; kazanamaz” diyordu. Böylece anketler yayınlanıyor, bir algı yaratılıyordu. Ancak! Özkiraz, bu cümleyi kuran vatandaşlara sordu; “siz onu boş verin, Erdoğan ile Kılıçdaroğlu kalırsa kime oy verirsiniz…” Yanıt; “%58 Kılıçdaroğlu’na veririm.” Yani, basit bir algı tuzağıyla; “Kemal bey kazanamaz, olmasın” diyen yurttaşların tamamı, Kemal beye oy veriyor. Zaten onlar verdiğinde, %58 ile seçim kazanılıyor… Bunu bir rehavet ticareti olarak değerlendirmeyelim. En azından, Türkiye’nin geldiği motivasyon bu noktadadır. Cumhur ittifakı ile “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi savunanlar” arasındaki makas; “%40-%60 zeminine oturmuştur. Bu zemini güçlendirecek olan yegane kampanya; “somut önermeler sunan, geniş tabanlı bir kampanyadır.” Kemal bey, böyle bir kampanya ile kazanır. %58’ler sürpriz olmaz… * Kemal bey kazanamaz şeklinde bir algının oluşmasının temel nedeni ise tam olarak şudur; yıllar sonra İstanbul ve Ankara’yı kazanmanın sonucu olarak, yurttaşlar; kazanan arkadaşlarımızı muzaffer komutan olarak değerlendirmektedir. Evet, arkadaşlarımız, son derece doğru kampanyalar yöneterek, zafere ciddi katkı sunmuşlardır. Ancak, bu kentleri kazanan; bizzat Kemal Kılıçdaroğlu’nun büyük katkılarıyla oluşan YENİ MUTABAKAT olmuştur. Nasıl mı? Gelin size anlatayım… * Türkiye, Gezi süreciyle birlikte yeni bir döneme girdi. Toplumun tüm farklı kesimleri, Gezi’de; “bir araya gelmeyi ve bir meseleyi savunmayı” öğrendi. 16 Nisan Referandumunda, “aynı yere mühür vurmayı” öğrendi. Adalet yürüyüşünde; “birlikte yürümeyi” öğrendi. 31 Mart seçimlerinde ise; “birlikte kazanmayı öğrendi.” Şimdi, “birlikte yönetmeyi öğreneceği” bir seçimin arefesindedir. Ne kıymetli ki; tüm bu süreçlerde, mevcut ittifak denklemini bir arada tutarak; bu zeminlerin inşasında tarihi rol oynayan kişi; Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Ben, geçmişte parti içerisinde; yaptığım tüm eleştirileri, Genel Başkanın yürütmenin başına yönelik iddia koymayışından ötürü yapmaktaydım. Ve CHP liderinin doğal bir yürütmenin başına iddia koyan aktör olması gerektiğini savunanlardandım. Bugün, yürütmenin başına iddia koyan; “ittifak kabul ederse aday olurum” diyen bir Genel Başkan var. Üstelik, adım adım, yıllara yayılarak oluşan yeni mutabakat dinamiğiyle kazanması son derece mümkün bir kişi. Mesele, adaylaşma meselesi. * 16 Nisan referandumunda, İstanbul’da HAYIR oyu; 4.728.318 oydur. 31 Mart yerel seçiminde, Millet İttifakı adayının oyu; 4.171.118 oydur. 16 Nisan referandumu ve referandumun tüm politik hattı; Millet ittifakının liderleri, ittifak partilerinin örgütleri tarafından şekillendirilmiştir. İstanbul, 16 Nisan’da kazanılmıştır. 31 Martta ise zafer ilan edilmiştir. Hatta, referandumda HAYIR çıkan ilçelerin 31 Martta alınamaması bir başarısızlıktır. Buna neden olan çok faktör sayabiliriz. Adaylardan tutun, birçok konuya girebiliriz. Ancak, 31 Mart gecesinin en kritik hadisesi olan “sandıklara sahip çıkma” meselesi; CHP örgütünün tarihi başarısıdır. Adayın doğru çalışması ve örgütün saha ile sandığı domine etmesi neticesinde; Kemal Kılıçdaroğlu’nun büyük başarısıyla bir araya gelen “yeni mutabakat” kazanmıştır. Yeni mutabakat, yüksek bir entelektüel haslet içermelidir. Yeni mutabakat; Millet İttifakı'nın Türkiye’ye reva gördüğü gelişmiş demokratik gelecek ise; “Cumhurbaşkanı adayında aranması gereken ANA MESELE,” mutabakata ve masaya bağlılık olmak zorundadır. Ve elbette bu yetmez. Mutabakatı hayata geçirecek kadar devleti tanımak, gönüllü olarak güçlü yetkilerden vazgeçebilmek; işin hayati kısmıdır. Tüm bu sebeplerle, 2023 seçimleri üzerimize adeta bir kısrak gibi koşarken; ivedilikle “aday tartışmalarına son vermek” şarttır. CHP’nin, kendi beyanı doğrultusunda; Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. “Eğer ittifak kabul ederse aday olurum” tümcesiyle ilan ettiği süreç, bundan sonra ittifak masasının konusu olmalıdır. Çünkü artık seçimin “kazanılma, kaybedilme” meselesi yoktur. Yeni mutabakat, adımları DOĞRU atılması halinde kazanmaktadır. Yeni mutabakatın adayı; yeni Cumhurbaşkanı olacaktır. Adayın tek ölçüsü; sayılan kriterlere uygunluk olmalıdır. Bu konuda, başta “siyasi aktörler” olmak üzere, derhal bu riskli zeminden çıkmak; topluma; “yeni dönemde neler yapacağımızı” anlatacağımız zemine geçmek zorundayız. Çünkü karşımızda; hiçbir gelecek tasavvuru olmayan, sadece küfür eden çürümüş ve yenilmiş bir yapı vardır. Bu yapının can suyu, muhalefetin; bir sistem önermeksizin, aday eksenli tartışmalara gark olması olacaktır. Göreceğiz, göreceksiniz. Yeni mutabakat kazanacak. Türkiye hızla iyileşecektir.