Edebiyat ve özgürlükler(2)*
Hallacı Mansur çıktı 900’lü yıllarda sahneye. Şöyle söylüyordu; “Cehennem acı çektiğiniz yer değil, acı çektiğinizi kimsenin duymadığı yerdir.” Acılara karşı mücadeleyi ortaklaştırmaya çağıran bu büyük düşünce ve edebiyat insanı da yazık ki, acılar çektirilerek katledildi!
Ve sonra Seyid Nesimi. “Mende sığar iki cehan, men bu cehana sığmazam/ Gevheri lâ mekan menem, kevnü mekane sığmazam.” Dizeleri ve mücadelesi bu soylu büyük şairin de 1417’de derisinin yüzülmesi sureti ile dünyamızdan ayrılmasına yol açtı. Ve ölümü öylesine büyük bir metanetle karşıladı ki, onun ölümüne fetva veren zalimler, derisi yüzülmüş bedeninden bile korktular. Son sözleri şu oldu; “Sırrı selhinden Nesimi’ye sual ettim dedi ki/ Rehneverde Kabe-i ışkız, budur ihramımız…”
Bu ölümden kısa bir zaman önce Şeyh Bedreddin, Varidat adlı yapıtında şöyle söylüyordu; “Ay ve Güneş herkesin lambasıdır. Hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur; öyleyse ekmek niçin herkesin ekmeyi değildir”
Ve Teshil adlı yapıtının girişinde şöyle devam ediyordu; “O ateş ki kalbimin içindedir/ tutuşmuştur/ günden güne artıyor. /Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna, eriyecek yüreğim... /Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim! /Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz. /Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip /biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını/ iptal edeceğiz” Bu sesleniş ve mücadele çağrısı Bedreddin’in 1920 senesinin Aralık ayında Serez Çarşısı’nda, yağmurlu bir öğlen sonrasında idamına neden olmuştu!
Muhyiddin Abdal; özgürlük şiirimizin bir başka yiğit kalemi. Pir’i Hamza Bali ile mücadele alanına çıkmış “Hamzaviler”di ve İstanbul daha yenice fethedilmişti. Onlar Edirne’de, melamet hırkasını eğinlerine geyip, “Melamet”e inanarak mücadele bayrağını açmışlardı. Ve şöyle söylüyordu Muhyi; “Erenlerin çoktur yolu, cümlesine dedik beli/ Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz…” Ve 1461’de padişah fermanıyla, Fener Parkı civarına tutsak olarak getirilen yüzlerce “Hamzavi” boyunları desteler halinde ve şeyhlerinin önünde vurulurken, şu dörtlüğü haykırdılar; “Sayılmayız parmağınan/ Tükenmeyiz kırmağınan/ Taşramızdan sormağınan/ Kimse bilmez ahvalimiz” ve Hamza Bali yeni çeriler tarafından taşlara vurularak ve Muhyiddin Abdal boynu kesilerek katledildi.
Pir Sultan Abdal bir başka ve büyük özgürlük mücadelesinin öznesi olarak tarih sahnesine çıktığında zaman 1500’leri gösteriyordu ve o “işlediği özgürlük suçu” nedeni ile darağacına götürülürken şu dizeleri söylüyordu; “Hüseyin Gazi Sultan binsin atına/ Dayanılmaz çarh-ı felek zatına/ Bizden selâm söylen ev külfetine/ Çıkıp ele karşı ağlamasınlar…”
Bu örnekler öylesine çoğaltılabilir ki, günlerce konuşur, şiir okur, ağlaşırız. Bu örnekleri burada kesip, 1789’a gelmek istiyorum. Aklın, din baskısı karşısındaki özgürlüğünü savunan mücadele ve edebiyat insanları, Fransa’da büyük bir devrimi başardılar ve bu devrim, dünyamızın evrildiği “İkinci Küresel Devrim” oldu. İdeolojisi “Milliyetçilik”ti ve pek çok ulus devletin ortaya çıkmasıyla taçlandı! Fakat bütün küresel süreçlerde olduğu gibi, bu küresel süreç de bir zaman sonra özgürlük düşüncesinin kendisine düşman oldu.
Ve Osmanlı topraklarında da dönemin ruhuna uygun olarak sürdürülen özgürlük mücadelesi, şiddetli bir baskı ve zulüm sürecini de beraberinde getirdi… “İsdibdat”tan, ağır baskından bunalmış edebiyatçılar, özgürlük savaşçıları “Ya hürriyet, ya izmihlal” sloganıyla mücadele bayrağı açmış ve özgürlük savaşçısı Namık Kemal “Hürriyet Kasidesi”nde şöyle sesleniyordu; “Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten/ Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten”
Ardından Tevfik Fikret; “Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa,/Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır./Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa,/Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır.” diyordu.
*4. İzmir Edebiyat Festival’i kapsamında yaptığım konuşmanın tam metnidir ve önümüzdeki hafta son bölümünü yayınlayacağım.