Edebiyat ve Özgürlük (3)

Yayın tarihi: 7 Temmuz 2019 Pazar 5:06 pm - Güncelleme: 20 Nisan 2020 Pazartesi 6:35 pm

Tuğrul Keskin

Özgürlük arayışı, dünyamızın geçirdiği “Üçüncü Küreselleşme” diyebileceğimiz ve halen içinden geçtiğimiz bu “Bilgi/Bilişim Devrimi” sürecinde de bitmedi elbette. Tam tersine, eşitsizliğin katmerlenerek artması özgürlük arayışlarının daha da güçlenmesine yol açtı. İdeolojisi “Liberal Demokrasi” olan bu yeni süreçte de gerici güçler, ileriye doğru atılan her özgürlükçü adımı kırmak için yeni ve bambaşka sorunlar çıkardılar. “Barış, Demokrasi, İnsan Hakları” eksenli olduğu söylenen bu yeni süreç, en çok da barış, demokrasi, insan haklarını tahrip ederek ilerliyor hâlâ…

Temel olarak mücadele düşünsel düzlemdedir. Tarihin itici güçleri için yaşamın her alanında ve elbette edebiyat disiplinleri içinde de var edilmeye çalışılan özgürlük mücadelesinin önü, modern- kapitalizmin yeni buluntusu “postmodern” aracılığıyla kesilmek isteniyor. Çünkü postmodernist özgürlük arayışı, en çok da 1789 Fransız Devrimi’yle yenilgiye uğratılan dinin, bütün alanlara uyguladığı şiddet ve baskıyı yeniden geri çağırıyor. Başlangıçtaki niyetleri bu olmasa da, geldiğimiz noktada ve özellikle Batı-dışı dünyalarda (Ülkemiz ve diğer İslam Ülkeleri) postmodern yapı, dinlerin özgürleşmesi olarak karşımıza çıkıyor. Özgürleştiğini ve artık her alana müdahale edebileceğini düşünün “muhafazakâr özgürlükçüler” Afganistan’da, gerçek anlamıyla özgürlük mücadelesi veren şair Farkhunda Melikzade’yi daha birkaç yıl önce taşlayarak katlediyordu… Elbette bu karanlık güçlerin 1993 Temmuz’unda Sivas’ta yakarak katlettiği şair ve müzik insanlarının acısı hâlâ ve taptaze durmaktadır kalbimizde!

Bu postmodern soslu “muhafazakâr sanat”ın ülkemizdeki en belirgin girişimlerinden biri, 2012 yılında İskender Pala tarafından kaleme alınan “Muhafazakâr Sanat Manifestosu”dur. Muhafazakâr Sanat’ın nemenem bir şey olduğunu anlamak elbette olanaklı değil, çünkü muhafazadan yana olan bir düşünce sisteminin, gelecek ve özgürlük alanları oluşturması mümkün değildir. Sanat ve Edebiyat özgürlüktür! Muhafazakârlık; teslimiyet!

İskender Pala’nın tuhaflıkları yalnızca “Muhafazakâr Manifesto” yazarak bitmiyor elbette. Muhafazakârlık üstünden türkülere takmış sözgelimi. Neşet Baba’nın dünyamızdan ayrılışıyla, Neşet Ertaş türkülerine takıyor, genelde kimi türküleri ama özel olarak da Neşet’in türkülerini müstehcen buluyor.

Müstehcen bulup geçse gene iyi, müstehcen bulduğu türkülerin yasaklanmasını istiyor, çalınmasını istemiyor radyolarda. Yanılmıyorsam 2013 yılıydı ve CNN Türk’te Balçiçek İlter (Pamir)’le yaptığı söyleşide şöyle söylüyordu; “Türkülerdeki erotizmin kadınları aşağılamasından rahatsızım. Düğmelerin dar geldiğini filan anlatan türküler var. Bir taksiye binseniz, taksi şoförü bu türküyü açsa rahatsız olmaz mısınız? Ben toplumda bazı şeylerin normalleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Neşet Ertaş’ın türkülerinde de erotizm var. “Bir tenhada can cananı bulunca…”diye başladığınızda istediğiniz sahneyi üretebilirsiniz. Erotizmin nezih ve zarafete bindirilmiş kısmı başımla beraber, ondan heyecan duyarım, lezzet alırım. Ama kadınları aşağılayan türküleri artık radyolarımızda çalıp söylemeyelim…” işte bu sözler, hem muhafazakâr ve hem de “özgürlükçü” olunamayacağının en ciddi kanıtıdır ve tarihsel olarak neden sanat yapıtları üretemediklerinin kaynağı olan bu yasakçı zihniyetlerini, sözüm ona kadının aşağılanmaması ve kadın hakları üstünden meşrulaştıracaklarını sanıyorlar…

Var mı böyle yağma? Biz, kadına nasıl baktıklarını ve kadın için nasıl bir gelecek tasarladıklarını bilmiyor muyuz? Bir tek kendileri akıllı ya, kalan herkes aptal bunlara göre. Büyük Abdal Neşet Ertaş’ın “Bir tenhada can cananı bulunca…”sından pornografi üretebilmek nasıl bir etik algıdır bilemiyorum ama bu “muhafazakârların” neden solcuların ürettiklerini kıskanmayacakları sanatsal yapıtlar üretemediklerini ve hangi manifestoyu yayınlarlarsa yayınlasınlar, bundan sonra da üretemeyeceklerini anlayabiliyorum.

Fakat benim yahut sizlerin bunu anlaması yetmiyor, bunu bir de ülkeyi, özellikle de Milli Eğitim’i yönetenlerin anlaması gerekiyor. Ders kitaplarındaki kimi yazar ve şairlerin yapıtlarını, “kendi özgürlük anlayışları” çerçevesinde uygun gördükleri biçimde yayınlıyor yahut kimi kıymeti sonsuz yazar ve şairleri bir bütün olarak öğretim programının dışında tutuyorlar.

Sözgelimi, Yunus Emre’mizin; “Cennet cennet dedikleri/ birkaç köşkle birkaç huri/ isteyene ver onları/ bana seni gerek seni…” dizelerini, şiirin bütününden çıkarıp öylece okutuyorlar. Buradaki korkularını anlamak çok kolay değil, acaba neden tahammül edemiyorlar Yunus Emre’ye? Yunus’un “köşkleri, hurileri başkasına ver” öğüdünün kendilerine dokunacağını mı sanıyorlar acaba? Köşke, gemiye, yeşil dolarlara, hurilere öylesine dalmış durumdaki bu “özgürlükçü muhafazakârlar” bir gün ellerinden gider diye ödleri kopuyor. Başka anlamı olabilir mi bu anlamsızlığın?

Ya Kaygusuz Abdal‘a ne demeli? Müfredattan çıkardılar. Çünkü Kaygusuz 6-7 yüz yıl öncesinden büyük özgürlük şiirlerini günümüze akıtan bir şairdi ve din bazların gerçek yüzünü o kendi yaşadığı yıllarda görmüştü. Din bazlarla alay etmek için bir şiirinde; “Kıldan köprüler yapmışsın, kullarım gelip geçsin deyu/ Hele biz şölece duralım yit isen geç a tanrı” diyecek kadar özgürlükçüydü!

Sonra Melih Cevdet Anday, Birinci Yeni Şiiri’nin başat şairi ve Türk Dili’ni en iyi kullanan ve Türkçe şiiri en iyi bilen şairlerden biri.

“Tanıdığım bir ağaç var/ Etlik bağlarına yakın/ Saadetin adını bile duymamış/Tanrının işine bakın…”

Diye başlayan “Rahatı kaçan ağaç” adlı şiirindeki Tanrının işine bakın, birden bire Allah’ın işine bakına dönüşüyor… Şimdi siz içinizden ne fark eder ha Tanrı ha Allah diyorsunuz değil mi? Öyle değil işte, bu derin Arap sevgisi ve Anadolu Türk’üne mesafeden kaynaklanan bir durum. “Tanrı” yı eski Türkler’in tapındığı “Tengri” si sanıyorlar ama “Allah” ın da Eski Araplar’ın “El İlah” ı olduğunu, bilmiyormuş gibi yapıyorlar!

Ya Edip Cansever’in “Masa da masaymış ha” şiiri. “Bir bira içmek istiyordu kaç gündür/ masaya biranın dökülüşünü koydu” dizesindeki bira, uçup gitmiş birden ve yerine üç nokta gelmişti…

Bu örnekler daha epeyce çoğaltılabilir elbette. Yani bütün bu söylediklerimin ışığında demem o ki; özgürlük uğruna mücadele edilirse vardır. İyi Edebiyatsa; özgürleştikçe!