Çaylak Goebbels, deli Freud

Birkaç gündür AKP’ye yüksek oy çıkan dar gelirli mahalleleri dolaşıyorum. Bir tanesinde oyuncak bebek ve çay dağıtan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya da denk geldim. Devletin tüm olanaklarını göstere göstere kullandığını, yüzlerce emniyet görevlisini sokaklara döktüğünü gördüm. Ahalinin ne devlet olanaklarının kullanılmasından ne trafiğin kilitlenmesinden ne de yaşanan kaostan bir şikâyeti olmamasına hayret ettim.
Birkaç esnafla sohbet ederken gözlerinden fışkıran ‘reis aşkı’na tanıklık ettim. Genellikle ‘kişi bazlı’ değil ilkesel düşünmeye çalışırım. Bu kadar yaşlı siyasetçinin, genç nüfuslu bir ülkeye haksızlık olduğunu söyledim; itiraz ettiler.
Erdoğan veya Bahçeli’yi dükkanında işe alıp almayacağını sordum, yanıtlamadı. Tuhafiyesinde işe almayacağı insanları devletin başına koymakta sakınca görmüyorlar.

İNGİLTERE VATANDAŞLIĞI ALMAK

Soylu’nun yarattığı trafik açılana kadar bir büfede beklemeye karar verdim. Büfenin tatlı sahipleriyle sohbet ederken müracaat ettiğim İngiltere eş vizesinin ne büyük zorluklar içerdiğini anlattım.
Dil bilmek, yüksek vize bedelini ödemek, sağlık sistemlerine para yatırmak, evliliğinin gerçek olduğunu ispatlamak, mal varlığını-banka hesaplarını göstermek, eşin sizin tüm masraflarınızı karşılayacak finansal güçte olduğunu ispatlamak… Tüm bu şartları yerine getirdiğinizde 2,5 yıllık eş vizesi -arzu ederlerse- veriyorlar. Bittiğinde tekrar aynı şartları yerine getirip, bir de dilinizi geliştirdiğinizi belgeleyerek yeni bir
2,5 yıllık eş vizesine kavuşuyorsunuz. Beş yılın sonunda vatandaşlık almak için sınava giriyorsunuz. Evet, İngiliz tarihi, kültürü ve devlet işleyişi hakkında yeterli bilgi sahibi olduğunuzu ispatla yükümlüsünüz.

PUSUDAKİ SALDIRGANLAR

“Bizde neredeyse bayram şekeri gibi vatandaşlık dağıtılıyor ama bakın İngiltere’de bu iş ne kadar zor. Sınırlardan akın akın girenler de ayrı dert” dememi duyan bir kadın müşteri bağırarak üzerime yürüdü.
“Başımıza CHP-HDP-PKK teröristleri geleceğine onlar gelsin” diye bağırdı.
Bir esnafı rahatsız etmemek için “Ben sizinle konuşmuyorum” dedim. Evet, ben bir kişiyle sohbet ediyordum ve dışarıdan arsızca sohbetimize saldıran kişiyle iletişim kurmak istemiyordum.
Profesyonel mağdur kanattan olan kadın “Neden? Beni muhatap almıyor musunuz” diye bağırarak yine üstüme yürüdü.
“Hanımefendi” dedim, “Ben beyefendiyle sohbet ediyorum. Siz gelip bizim sohbetimizi sabote ediyorsunuz. Böyle bağıran biriyle konuşmak istemiyorum”
Kadın histerik bir halde Millet İttifakı’nın teröristlerle iş birliği yaptığını tekrar edip durdu.
Ben de açılım sürecinden, Dolmabahçe mutabakatından, Habur’da lahmacun ısmarlanan teröristlerden, orduya kumpas kuranlardan, FETÖ’yü alkışlayanlardan bahsettim.
Kadın, “İnternete ne bakıyorsun? Orası yalan yanlış bilgilerle dolu” dedi.
O esnada içeri giren yaşlı bir adam bana sessizce “Bir gün bu vatanı kaybedince anlayacaklar. Ama sen sesini çıkarma. Tartışma, boş ver. Burası onların kalesi” dedi. Görüşlerini fısıltıyla ifade etmesine çok üzüldüm.

ÇİÇEK GİBİ SALTANAT

Bir insanla sohbetimize bile saldıran, kendinden başkasına yaşama ve düşünme hakkı tanımayan, demokrasinin bütün nimetlerini kendi hedeflerine doğru ilerlerken araçsallaştıran bu insanlarla ortak bir noktada buluşmak mümkün olacak mı?
Bir mahallede bana beğendikleri tek ‘solcu’ siyasetçinin Mustafa Sarıgül olduğunu anlattılar. Mustafa Sarıgül? Sosyalist? Acaba kendisinin bundan haberi var mı?
Eve dönmeden toprak almak için uğradığım peyzajcı ise ilginç teorilerini sıraladı:
"Bunlar 21 yıldır çok yedi. Artık parayı koyacak yerleri bile kalmadı. Yeni bir iktidar gelse -onlar açlar- daha çok yerler. Gözü doymuşları seçelim"
Tek adam rejiminde Erdoğan sonrası kimin koltuğa oturacağını da biliyormuş peyzajcı.
"Uçakçı damat gelecek başa. Sırada o var" dedi Selçuk Bayraktar’ı kast ederek.
Selçuk Bayraktar’ın bundan haberi var mı?
Alın size çiçek gibi saltanat…
İtiraf ediyorum: Sık sık bu ülkede insanların gerçekten cumhuriyet ve demokrasi isteyip istemediğini kendime soruyorum.
Bence bir insan çaresizliğin en yüksek seviyesini ‘anlamayı reddeden’ bir zihin karşısında yaşıyor.
Burası ‘hakikat ötesi’nin membaı…
Burası ‘tercihli algı’nın başkenti…
Burası ‘yalanlarla avunmanın/avutmanın’ merkezi…
Burası ‘yalancıların’ ve ‘hilebazların’ anavatanı…
Derinlik psikolojisinin kurucuları Freud, Jung veya Adler Türkiye’ye gelse kafayı yerdi. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels gelse kendini
çaylak hissederdi.