Sık sık vurguladığımı biliyorum ama öğrenmenin temelinde tekrar var. Özellikle cahiliye dönemlerinde, büyük bir ideolojik yalan bombardımanı altında, doğru düşünce ne kadar tekrarlanırsa o kadar faydalı diye düşünüyorum.
“Yeni Ortaçağ” terimi, içinde yeni cahiliye dönemini de barındırmaktadır. Önemli ve yakıcı soru ise şu: Bu cahiliye döneminden hem insanlık hem de biz nasıl çıkabiliriz?Bu sorunun kolay bir cevabı olmadığı ortada ama yine de zorunlu olarak üzerine düşünmeyi hak ediyor.
Buradan çıkmanın birinci yolu yeni ortaklıklar kurmak. İnsanlar çözemediği problemler karşısında iki türlü çözüm üretiyor. Birincisi, birbirine sığınmak; yani ortaklık fikri, diğeri ise tanrı olgusuna sığınma; kısaca bilinçli cehalet. Bunu Renata Salecl, Cehalet Tutkusu kitabında şöyle açıklıyor: İnsanlar çözemedikleri bazı problemler karşısında bilinçli olarak cehaleti seçer. Büyük savaşlar ve travmalar karşısında, o anı unutmak bilinçli bir tercih oluyor. Aşılmaz bir hastalıkta da insan aynı bilinçli cehaleti tercih edebiliyor. Cehalet tutkusunu, hem siyaset sahnesinde hem de daha bireysel olan “aşk” ilişkilerinde gördüğümüzü söylüyor. “Aşkın gözü kördür” söyleminin temelinde de işte yine bu bilinçli cehalet durumu var.
İnsanın çözemediği sorunların içinden çıkmak için tanrı olgusuna sığındığına değinmiştik. Bu sığınma ihtiyacı da dinleri ortaya çıkartmıştır. Din olgusunun temelinde kadere boyun eğiş fikrine bir anlam katma çabasını görürüz. Din, özünde, insanın değiştiremeyeceği dünyaya karşı hayatta kalabilmek ve hayatta kalışına bir kılıf uydurabilmek için yarattığı bir olgudur.
Tanrı olgusuna sığınmayıp, doğayla mücadele etmeyi seçenler için ise zaman içinde yeni bir felsefe meydana gelmiştir: Materyalizm.
Protagoras insanın bir hayvan olmadığını, insanın birikim sonucunda insan olduğunu şu cümlelerle açıklar:
“Doğanın kürkleriyle soğuktan koruduğu hayvanlardan farklı olarak, insanlar kendilerine düşman bir dünyada çırılçıplak doğdular. Hayvanlar sorunsuz olarak ürediler. Fakat soğuktan titreyen insanlar hayatta kalmak için bir araya toplanmak ve çalışmak zorunda kaldılar. (Burası önemli bence. İnsanlar hayvanlardan farklı olarak doğada çalışan tek canlıdır. Kant’ın dediği gibi: “İnsan çalışan hayvandır.”) Yoksulluklarını üretici faaliyetlere dönüştürdüler, toplumu, bilimi ve sanatları icat ettiler ve bu çalışmayla kendilerine bir tarih yarattılar ve sanatın harikalarını ürettiler.”
Protagoras’a Louis Althusser ek yapma ihtiyacı duyuyor:
“İnsanların çırılçıplak doğduğu fikri şaşılacak derecede doğrudur. Şu anlamda ki insan yavrusu, doğar doğmaz yürüyebilen ve annesinin bakımından vazgeçebilen hayvan yavrularına kıyasla, prematüre bir durumdadır ve annesi basit hayatına gerekli besin, bakım ve sevgiyi sağlamazsa hayatta kalamaz. İnsanlar başlangıçta çıplak doğmuşlarsa, şimdi aynı çıplaklığı tek tek her çocuklarında yeniden buluyorlar. Bir çocuğu insanlığa dahil etmek, onu insanların tüm tarih boyunca kazandıkları niteliklerle donatmak, onu insanın özgül niteliği emek ve mücadelenin ürünü olan bu tarihte yerleştirmek demektir.”
Dolayısıyla ortaklık fikri (ortak üretim, ortak mücadele) yeni cahiliye döneminde tek kurtuluş yolu olarak gözüküyor.
Cahiliye dönemlerinde, her bireyin, ortaklıklar haricinde de elini taşın altına koyması gerekiyor. Çünkü karşısında büyük bir düşman olan devasa bir ideolojik dünya var. Topuyla, tüfeğiyle, televizyonu, sosyal ağları, alışveriş tutkusu, tüketim kültürüyle sürekli yeni cahiliyeler yaratmak için mücadele eden bir düşman bu! Buna karşı yaratılacak olan bireysel mücadeleden kastımız, yeni din olan “Ben özelim!”, “Güç benim içimde!”, “Ben istersem evren bana verir!” gibi saçmalıklar değil elbette. Dahası, kişisel başarı ve mutluluk gibi post-endüstriyel kapitalizmin itici gücü olan hedefler, sağlıklı yaşam endüstrisini ve çok sayıda kişisel gelişim odaklı işletmeyi de doğurdu. Bu gelişen pazarda uygun ölçüm, izleme ve özdenetim, hedeflere ulaşmak için olmazsa olmaz olarak halka kabul ettirildi.
Kapitalizmin en başarılı güven numaralarından biri, herkesin milyoner olabileceği yanılsamasını yayabilmesidir. Oysa zirvede sadece birkaç kişiye yer vardır ve zirvede yer alabilecek beceriye çok az kişi sahiptir.
Dünyanın şu an geldiği noktaya baktığımızda ideolojik olarak emekten yana, eşitlikçi ve aydınlanmacı insanların kaybettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bundan kurtulmanın, bu çıkmazdan, cahiliye döneminden kurtulmanın yolu, ezilenden, emekten, aydınlanmadan taraf olanların ellerini daha fazla taşın altına koyup sorumluluk almalarıdır.
Yukarıda Althusser’in dediği gibi, insanlık birikimini insanlara aktarmak için büyük bir çaba sarf etmemiz gerekmektedir. Böyle dönemlerde en çok baskı tarih alanındadır ve birikimin çürütülmesine yöneliktir.
Bazen sadece birikimleri yeni nesle aktarmak bile devrimci bir duruştur.
Ray Bradbury’nin meşhur eseri Fahrenheit 451’in final bölümünde ormana kaçan insanlar, bir kitabı ezberliyorlar ve ezberledikleri kitabı genç nesilden birisine ezberleterek birikimi aktarmış oluyorlardı. Elbette burada çubuğu fazlasıyla bükmüş oluyoruz ama anlaşılması için verdim bu örneği.
Gelelim “Volan Kayışı” tekniğine.
Cahiliye döneminde en önemli tespit olarak önümüze gelen şey, cahillerin fütursuzca ve özgüvenle yanlış bilgileri yayma potansiyeli. Cahiliye dönemi ideolojisi, insanları sürekli değişime yönlendirir ve onlara yeni girişimlerde bulunmalarını salık verir. Herhangi bir başarı noksanlığında, (sadece üretim ve istihdam alanında değil, kişinin kendi üzerinde, ilişkileri, arkadaşlıkları, ebeveynlik becerileri gibi pek çok konuda) insanları durmadan mücadele etmeye özendirir ve düştükleri bu boşluğu da kişisel gelişim alanından doldurmalarını önerir.
Cahiliye toplumunda insanlar nasıl görünmeleri, nasıl yaşamaları ve ne tür ilişkiler geliştirmeleri gerektiği konusunda gerçekçi olmayan fikirler benimsemeye teşvik edilir. Burada inanmak bilmekten önce gelir. İnanç ve bilgi bir arada olsa bile, kolay olan inanmak olduğu için, bilgi diğer tarafa itilir. Ve maalesef ki tüm bu boşluklar ezilenlerin yanında olan, ilerici kesimler tarafından yok sayılır. Halbuki yok saymanın bir çözüm olmadığı aşikârdır.
Başarının bir ideal olarak görüldüğü bu dönemde yalan ve sahtekârlık ahlaksızlık değil, yeni bir ahlak modeli olarak karşımıza çıkar. Yukarıda bahsettiğimiz Cehalet Tutkusu kitabında bu konuya şöyle bir açıklık getirilir:
“Pek çok kişinin yeterince fark edilememekten şikâyet ettiği bir çağda, sahtekâr sendromu bu kaygıdan mustarip kişiler için acı verici olsa da neoliberalizmin dayanağı olan başarı ve fark edilme ideolojisine meydan okuma ihtimaline kapı aralandığından toplumun geneli için pekâlâ özgürleştirici olarak algılanabilir.”
Bu gerçekleri tespit ettikten sonra kendilerine ilericiliği, ezilenlerden taraf olmayı ve eşitlikçiliği baz alan kişiler için yapılacak tek şey durmadan konuşmak, anlatmak ve gerekirse aynı özgüvenle kitaplar, makaleler yazmaktır.
Ama bahsettiğimiz ilerici kesim hep “Söyleyeceklerimi zaten büyük üstatlar söyledi” demiş, “Acaba yanlış bir şeyler söyler miyim?” kaygısı duymuş ya da, en amiyane tabirle, “Bana ne? Ne halleri varsa görsünler!” yaklaşımında bulunmuştur.
Halbuki –benim uydurduğum teknikle– bunun tek çaresi “Volan Kayışı” tekniğidir.
Volan Kayışı araba motorlarında, gücü başka bir yere taşıyan alet olarak tarif edilebilir. Bu ara işlemi yapan volan kayışı görünürde basit bir parçadır. Ama birikimi başka bir yere aktarmak çok önemlidir. Motorun ana işlevinin yani gücünün, lazım gelen diğer bölgelere aktarılamadığını düşünsenize. Bu durumda motor hiçbir işe yaramaz değil mi?
Şimdi motoru usta kabul edin. Usta, eğer gücünü tekerlere aktaramıyorsa aracın hareket etmesinde etkisizdir.
Yani kısaca anlatmak istediğim şu: Ustaların ya da bilgili insanların ortaya çıkardığı gücü, tekerleklere yani sıradan halka aktaracak araçlara ihtiyaç vardır.
Örneğin ben de kendimi bir “Volan Kayışı” olarak görürüm. Oluşturulan bilgiyi, gençlere aktarma görevini üstlendiğimi düşünürüm.
Bunu yapacak insanlara mutlaka ihtiyaç vardır. Toplumda motor işlevinde yüz kişi varsa, bin tane de volan kayışı olmak zorundadır. Bir volan kayışı için önemli olan, bilgiyi ve birikimi, toplumun anlayacağı biçimde aktarmaktır.
Ancak öyle ideolojik bir baskı söz konusu ki sanki herkes “motor” olmak zorunda ve bilgiyi, birikimi aktaranlar sadece “motor” olanlardır.
Hayır, “motor” kadar “volan kayışlarına” da ihtiyaç vardır!