İnsanlık toplu halde yaşamaya başladığı tarihten itibaren yönetim sorunu ile karşı karşıya kalmış ve en iyi olana ulaşmaya çalışmıştır. Bu süreç içerisinde monarşi, aristokrasi, oligarşi, tiranlık, demokrasi gibi farklı yönetim şekilleri ortaya çıkmıştır.
“Cahil bir toplumun demokrasiyle yönetilmesi kadar büyük bir felaket yoktur.”– Platon.
Platon’un demokrasiyi dışlamasının asıl sebebi, cahillerin seçtiği kimselerin ülkeyi kaosa sürükleyeceğini düşünmesinden kaynaklanır. Yani ehliyetli olmayan kişilerin seçtiği temsilcilerin, ülkeleri ve halkları kaosa sürüklemesi kaçınılmazdır.
Platon için “demokrasi” istenilmeyen bir yönetim şeklidir. Demokrasiyi yasalı ve yasasız demokrasi olarak iki şekilde ele alan Platon’a göre, yasasız demokrasi sapkın bir rejimdir. Burada istediğiniz her tür insana rastlarsınız. Bütün bu insanlar her türlü siyasal hakka sahip olduklarını düşünürler ve asla yer almamaları gereken yönetim sürecine dahil olurlar. Bu tarz bir yönetimde her türlü sesi duyabilirsiniz. Böyle bir ortamda düzen değil sadece kaos olur. Platon demokrasiye hiçbir şekilde inanmaz ve güvenmez. Ona göre demokrasinin ulaşacağı son nokta despotizmdir.
Platon’a göre toplum ihtiyaçlar ve işbölümü sonucunda ortaya çıkar. Ona göre tarihsel süreç içerisindeki ilk yönetim şekli patriarkal yönetimdir. Burada yönetim aile şefi ya da klan şefinin elindedir. Daha sonraki yönetim şekli ise, monarşidir. Kabilelerin birleşmesiyle yönetimin tek bir gücün elinde toplanmasıdır. Burada monark yasalara bağlı kaldığı sürece ideal bir yönetim sergiler, ancak yasaların dışına çıkarsa monarşi yerini aristokrasiye bırakır. Aristokrasi en seçkin azınlığın yönetimidir ve ideal olan ikinci yönetimdir. Bu seçkin azınlık sahip olduğu erdemleri kaybeder ve yasaların dışına çıkarsa yerini bozuk yönetim şekli olan timokrasiye bırakır. Bu yönetim militarist yani askerler sınıfının egemen olduğu devlettir. Buradan diğer yönetim şekline geçişin nedeni ise, yöneticilerin sahip olduğu şeref ve onur gibi değerlerin yerini servet ve zenginlik gibi değerlere bırakmasıdır. Böylece timokrasi yerini oligarşiye bırakır. Bu devlet şekli, zenginlerin yönetimde olduğu, fakirlerin söz hakkının olmadığı bir yönetim şeklidir.
Platon’un ne kadar haklı olduğunu yazının ilerleyen bölümlerinde güncel örneklerle açıklamaya çalışacağım.
Antikçağ demokrasisinde, küçük küçük sitelerde, doğrudan katılımlı demokrasiden bahsedilmektedir. Atina örneğini ele alacak olursak, halkın üçte ikisinin köle olduğu, geriye kalanlar arasında, gençler ve kadınların seçime katılmadığı bir demokrasiden söz edilmektedir.
Daha on sekizinci yüzyılda Fransızların büyük düşünürü Rousseau demokrasi ile oligarşi arasında pek kısa bir yol olduğu konusunda uyarmıştı; güçlü bir denetim mekanizmasından yoksun bırakıldığında, genel çıkarı koruması öngörülen temsili demokrasinin yalnızca kişisel çıkar üzerine kurulu en yoz baskı rejimine dönüşeceğine dikkat çekiyor ve bir toplumda büyük zenginliklerin bu cehenneme giden yolu inşa edeceğini söylüyordu:
“Zenginler hem yasaları (yalnızca kendi çıkarlarını kollayacak şekilde) yapar hem de (yeri geldiğinde) bu yasalardan kaçarlar.”
Günümüzü ne kadar güzel özetleyen bir örnek.
Rousseau demokrasinin ancak küçük ölçekli kolektiflerde mümkün olacağını salık veriyordu.
Rousseau’dan sonra Marx, kapitalist düzen altında seçimleri halkın “kendisini ezen sınıfın hangi temsilcilerinin ayaklar altına alacağını” kararlaştırdığı mekanizma olarak gördüğünü yazdı. Siyaset biliminin büyük isimlerinden hukukçu Carl Schmitt’in, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki tespiti ise parlamentonun yalnızca bir dekor olduğuydu; bugün de muhalefetinden iktidar partilerine her birinin neredeyse her düzeyde adayları bazen bağışlarla, bazen başka çıkarlar gözetilerek, ama her zaman plazaların yönetici katlarında, bazen yüksek komutanlarla ve artık bir de çeşitli cemaat ağlarında belirlenmektedir.
Temsili demokrasi “temsilcileri aracılığıyla halk yönetimi” demek olsa da, Marx bize bu temsilcilerin halkın çıkarını gözetmediklerini, tersine ezen sınıfın temsilcileri olduğunu söylemektedir. Schmitt ise bunun işleyişine dikkat çekmekte, seçim görüntüsünün korunmasına rağmen, temsilci adaylarının zaten halk tarafından belirlenmediklerini ortaya koyuyor.
Montesquieu demokrasi ile faşist yönetimi bir yerde ayrılmaz bir bütünün parçaları olarak görüyor. İki ayrı yüzü de diyebiliriz. Yurttaşlar her ikisinde de eşit gözüküyor, birincisinde her şey oldukları için, ikincisinde de hiçbir şey olamadıkları için.
Gelecek haftaya yazının devamı olarak, demokrasinin olmazsa olmazı parlamenter sistemi, Batılı emperyalist devletlerin demokrasi ihracatını, demokrasinin
olabileceği alanları, demokrasi için gereken devlet kavramını, bilinen ama üstü örtülen yanlışları tartışmak üzere...
Hoşça kalın.