Bir tabu olarak demokrasi kavramı - 3
Demokrasi Azınlık Halkların da En Az Çoğunluk Kadar Güvence Altına Alınmasıdır
Azınlıkların ve farklı düşünenlerin en az yönetici durumundaki sınıfın, ırkın, çoğunluğun olduğu kadar güvence altında olması gerekir. Bunun olmadığı durumlarda demokrasi despotizme gebedir.
Despotizmi, dünü ve yarını olmayan ve sadece “an”ın rejimidir diye tarif edebiliriz. “Demokraside sığınma alanları olmazsa olmazdır. İster başka bir devlete, isterse devlet içinde özel alanlara sığınma durumu söz konusudur. “Çünkü, demokrasi, eninde sonunda, devlet otoritesinin sınırlanması ve daha da önemlisi devlet coğrafyasında, devlet otoritesinin işlemediği yerler bulunmasıdır...” diyor Yalçın Küçük ve ekliyor: “Despotizmde yapı yoktur ve mecazi anlamda sadece çöl vardır; despot her türlü yüksekliği indirmek durumundadır. Althusser bunu, genel bir düzlem ile, her türlü ordre’un, buna düzen ya da tarikat denebileceğini işaret etmiştim, yerle bir edilmesi demektir. Düzleme olmadan despotizm mümkün görünmüyor ve düzleme, her türlü dokunulmaz ya da girilmez alanı yok etmeyi içermektedir.” Despotizmde, yasalar, kural sayılamayacak denli basittir. Basite indirgenmiş ve hızlanmıştır. Bu konuda Montesquieu, dejenere sözcüğünü kullanır ve “Yasalar sürati engeller, önleyemezlerse despotizm kaçınılmazdır...” der. “Despotizm, işlerin en hızlı yürüdüğü devlet türüdür. Eğer işlerin hızlı yürütülmesi düşünülüyorsa, despotizm kaçınılmazdır. Demek ki demokrasinin bir kolu olan despotizm, bir düzleme, kurumları lağvetme durumudur.” Tanıdık geldiğini düşünüyorum.
Demokraside, farklı düşünenlerin sığınma alanlarının güvence altında tutulması gerekmektedir. Bunu tün dünya için düşünürsek, tek kutuplu dünyanın tek fikre yaşama şansı vermesi, farklı düşünenlerin sığınacakları başka bir gücün olmaması demektir. Çok kutuplu dünya her zaman daha demokratiktir. Zayıf ulus-devletlerin sığınma alanları olarak düşünebiliriz bunu.
Demokrasi Hız Değil Yavaşlıktır
Demokrasilerde hız (hızlı yasa çıkarmak, denetimleri azaltmak, kararların hızlı alınması gibi) faşizme giden yolu kolaylaştırır. Yavaşlık ise demokrasi kavramına daha uygun bir hareket tarzıdır (kontrol edeni de kontrol eden).
Yargı, yürütme ve yasama birbirinden ne kadar uzaklaşıyorsa, orada demokrasiden zimmi olarak bahsedebiliriz, bunu ayrı yönlere hareket eden vektörlere benzetebiliriz. Bu vektörler birbirinin tam aksi yönde ve aynı büyüklükte ayrılıyorsa orada daha fazla demokrasiden bahsetmek olanaklı hale geliyor. Sadece birbirinden ayrılması değil, ayrılan vektörleri de kontrol eden kurumların bulunması gerekiyor.
“Kuşkusuz sadece dar anlamda yürütmenin yavaşlamasını da kastetmiyorum; yasama organının da ‘fast-food’ türü hızla yasa servisi yapan mekanize mutfağa dönüştürülmesi de demokrasiden uzaklaşmaktır, hızlı yasa çıkartan bir yasama organıyla övünen ülkede demokrasi düşüncesinin bayağılaştığını tespit ediyoruz...” (Yalçın Küçük)
Yukarıda belirttiğimiz gibi içi boşaltılmış, isteyenin istediği tarafa çekebileceği bir kavram olan demokrasi, aslında yok hükmündedir. İçi boşalmış bir kavramdır ve yerine başka kavramlar konması acil ihtiyaçtır.
Ama ideal bir demokrasi kavramından bahsedeceksek; hızlı değil, yavaş olanının makbul olduğunu anlamamız gerekiyor. Ne kadar yavaşsa o kadar iyidir diyebiliriz.
Tamamen liderler sultasına dönüşmüş olan günümüz demokrasisi, aradaki tüm kurumları gereksiz ve içi boşaltılmış hale getiriyor. Despotizme yaklaşıyoruz.
Demokrasi Havariliği veya Demokrasi İhracı
Artık biliniyor ki ABD ve Batı’nın oluşturduğu blokun 3 dünya ülkelerine demokrasi götürmesi gibi bir durum yoktur. Peki ama bunu onlarca yıl halka nasıl yutturdular? Asıl sorunun ve cevaplanması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum. Aslında cevapta yine yılışık sol liberallerin katkısını görüyoruz. Batı seviciliği ve demokrasi seviciliği (elbette işin içinde fonlama da var, güncel bir örnek verecek olursak, sosyalist söylemlerle kurulan Alman Yeşiller Partisi, Ukrayna-Rusya Savaşı’nda hemen faşizan bir söyleme kayıveriyor; bu haftaki Sol Haber portalında Erhan Nalçacı’nın da belirttiği gibi, büyük ihtimalle kuruluşundan bu yana ABD fonlamasıyla oluşmuş bir parti), reel sosyalizm düşmanlığı gözlerini öylesine kör etmiş ki bunun dışında hiçbir seçeneğin olmadığını düşünüyorlar. Afganistan, Pakistan darbeleri, Kuzey Afrika, Balkanlar... Saymakla bitmeyen “Size demokrasi getiriyoruz” söylemi... Sadece Irak’a götürülen demokrasi sayesinde, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Peki bugün Irak daha demokratik bir ülke midir? Libya daha demokratik bir ülke midir? Afganistan daha demokratik bir ülke midir? Balkanlar, özelinde Tito’nun Yugoslavya’sı demokrasi adına parçalanmış, bölünmüş, içsavaş yaşamış, şimdi daha mı demokratiktir?
Amerika Birleşik Devletleri’nin şu anki politikası, kendi küresel gücünün genişlemesi ve kullanılmasını meşru kılacak “düşmanlar” icat ederek, Soğuk Savaş’ın kıyametvari dehşetini –aslında ihtimal dahilinde bile olmadığı bir zamanda– canlandırmaya çalışmak yönündedir. Peki şöyle diyebilir miyiz, çubuğu iyice tersine çevirip? Demokrasi masum insanların ölmesi için sadece bir perdedir. Eric Hobsbawm’ın bunu “İnsan hakları emperyalizmi” diye isimlendirirken ne kadar haklı olduğunu görüyoruz.
Sonuç olarak:
Şunu bir kez daha yenilememe izin verin: Yanıtlar bulmayı değil, ancak sorunları netleştirmeyi umut edebiliyorum, amacım budur. Yaşam tarzımızın görünüşte sorgulanamaz denilen önermelerini sorgulamak, muhtemelen insanlara ve kendimize borçlu olduğunuz en acil görevdir.
2000’li yılların başında, yerkürenin en zengin üç adamı en yoksul kırk sekiz ülkenin toplam hasılasından daha büyük özel servetlere sahiptir. En zengin on beş kişinin serveti Sahraaltı Afrika’nın tamamının toplam üretimini aşmaktadır. Rapora göre en zengin 225 kişinin kişisel servetinin yüzde 4’ünden daha azı dünyanın yoksullarına yeterli beslenmenin yanı sıra, temel sağlık ve eğitim imkânları sağlamak için yeterli olacaktır.
Peki dünya demokrasi ile yönetiliyorsa bu yoksul halk ve yoksul ülkelere ne demeli? Bu yoksulluğu demokrasinin bir ürünü sayamaz mıyız?
Demokrasi ile yönetilmeyen Kaddafi’nin Libya’sı, parçalanmadan hemen önce, yeni evlenen her çifte bir ev, yurtdışında okumaya hak kazanan her öğrenciye aylık 1000 dolara yakın bir para yardımı, ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık hizmeti sunarken, demokrasi adına yıkıldıktan sonra olanlar neyi ifade ediyor?
Elbette hemen şu cevabı verecek olanları düşünerek “Demokrasi iyi de çevresi kötü, şaka bir yana, demokrasi iyi ama uygulanmıyor” diyecek olanlara cevaben, reel sosyalizm sadece bir kez ve birkaç ülkede uygulanırken aynı cevabı neden vermiyordunuz?
Aslında ne kadar dillere pelesenk olsa da demokrasi kavramı halk için, demokratik kurumlara duyulan güvenin azalması şeklinde devam ediyor. Demokratik kurumların yerini, küreselleşmeci tekellerin büroları ve yeni mafya düzeni diyebileceğimiz, ortaçağ kurumlarına bırakmaktadır. Herkesin kendi düzenini kurduğu bir sisteme demokrasi değil, ilkel kabile toplumu denir.
1980’lerde neoliberal düzene geçişle beraber çökmesi yüzünden prekerleşen kitleler kamu kaynaklarından yetersiz pay almaları ve daha da önemlisi siyasi alanda retorik düzeyinde dahi temsil ve işaret edilmemeleri sebebiyle sisteme yabancılaştılar. Kurumlara duyulan güven sarsılırken, prekerleşen kitleler de kendilerine uzatılan ilk ipe tutunmak durumunda kalıyor.
Demokrasiyi hâlâ günümüzün en önemli siyasal ödülü sayıyorlar, bir ideal olarak benimsenmediği yerlerde dahi, yapılan her şey hakikatin önemsizleşmesi siyaseti kullanılarak demokrasi kılıfına uydurulmaya çalışılıyor. Otoriter ülke hükümetleri, Batılı seçkinlerce ve uluslararası örgütlerce demokratik bir ülke olarak anılmak adına lobicilere ve halkla ilişkiler uzmanlarına milyonlarca dolar ödüyorlar.
“Buna karşılık demokrasinin kendisi için işler pek yolunda değil. Günümüzde demokrasinin karşılaştığı tehlike, sistematik olarak demokratik ideallere karşı çıkan bir bütüncül ideolojiden gelmiyor. Tehlike, demokrasinin yüksek ideallerini gerçekleştirmeyi vaat eden (Yönetimi halka bırakın!) yozlaşmış bir demokrasi biçimi olan popülizm. Başka bir deyişle tehlike, demokratik dünyanın içinden, demokratik değerlerin dilini konuşan siyasetçilerden geliyor.” (Müller, 2017)
Günümüzde var olduğu iddia edilen demokrasi için küreselleşme çağında ya da bana göre daha doğru bir söyleyişle, yeni emperyalizm çağında, yeniden düşünmek gerekmiyor mu?
Demokrasi, diğer tüm siyasal rejimlerde olduğu gibi, içinde uygulama alanı bulabileceği bir siyasal birime ihtiyaç duyar. Şimdiye kadar bu “ulus-devlet” adıyla tanımlanmıştır. Böylesi bir birimin bulunmadığı ya da ortaya çıkar gibi görünmediği alanlarda (küreselleşen dünyadan bahsediyorum) kesinlikle uygulanamaz. Öylesi birimler ne şekilde tanımlanıyor olurlarsa olsunlar, Birleşmiş Milletler’in politikası demokrasinin çerçevesine uydurulamaz.
“Aynı çerçevede, siyasete katılmanın yerini piyasaya girmek almaktadır; yurttaşın yerini de tüketici. Bay Fukuyama, küçük mahalle bakkalı yerine süpermarketten alışveriş yapmayı seçmek gibi, oy kullanmamayı seçmenin de ‘insanların yaptıkları demokratik bir seçimi yansıttığı’ fikrini ciddi ciddi ileri sürebilmiştir. Kuşkusuz insanların artık böylesi tercihler yaptıkları doğrudur, ancak bu, liberal-demokratik bir siyasal sistem diye nitelenen modelle bağdaşır bir durum mudur?” (Eric Hobsbawm)
Demokrasi için ya çok güçlü bir devlet aygıtının olması ya da çok küçük birimlerin yönetilmesi gerektiği oldukça aşikâr. Bir taraftan küreselleşmeci bir kafayla, bir taraftan demokrasi beklemek safça demeye dilim varmıyor, oldukça salakça bir düşünce.
Fakat bu durum daha mütevazı bir ölçüde, yurttaşların yasalara uymaya baştan hazır olmaları, şöyle ki, hukuksal yasaların ahlaken meşru olduğu duygularının kalıcılığı açısından da geçerlidir. Eğer bir yasayı meşru görüyorsak, ona uymaya hazırızdır. Futbol maçlarında hakem ve yan hakem bulunmasının gerekli olduğu kanısındaysak, onların meşru bir işlev yerine getirdiklerine güveniyoruzdur. Zaten bizde bu güven olmasaydı, sahada düzeni sağlamak için nasıl bir güç kullanmak gerekirdi? Birçok otomobil sürücüsü hızlı kameraları ahlaken geçerli saymaz ve bu yüzden onları görmezlikten gelmekte hiç duraksamaz.
Devletin hakem olmadığı durumlarda ancak güçlünün her istediğini yapabileceğini anlamak için âlim olmaya gerek yok sanırım. Yalnız çelişkilerin önemli olanlarından bir tanesi şu: Devlet yani “ulus-devlet” kavramı demokrasi için olmazsa olmaz görünmesine rağmen, yine de daha demokratik bir yönetim için devletin bir taraftan küçülmesi gerekmektedir. Demokrasinin ideal biçimde yürümesi için devletin küçülmesi, uygulandığı birimlerin küçülmesi gerekmektedir. Devlet yönetiminin daha çok yerel yönetimlere bölünmesi, yerel yönetimlerin de kendi içinde daha da ayrılarak
küçülmesi gerekmektedir. Devlet parlamentosuna seçimlerin tek kişilik aday bölgelerine indirgenmesi, dar bölge seçimlerinin öne çıkması gerekmektedir.
Toparlayacak olursam, demokrasi kavramı oldukça tartışmalı bir kavram. Bu kadar tartışmalı ve her tarafa çekilebilen bir kavram üzerinden siyaset yapmak imkânsız görünüyor. İnsan kavramlar üzerinden düşünür, kavramların net olmaması düşünceye vurulmuş bir zincir gibidir. Bugünkü demokrasi kavramı ise, içinde, kapitalizmi de, emperyalizmi de, diktatörlüğü de barındırıyor. Saflaşmak ve saflaştırmak birinci görevimizdir.
Demokratik parlamenter sistem küresel dünyada, tekellerin yönettiği bir dünyada, ancak tekellerin adamlarının seçilebilmesini sağlıyor. Bunu görmemek bilinçli bir tercihe benziyor. Yeni emperyalist çağla birlikte yasalar lağvedilmiş, kanunlar jet hızıyla çıkarılıyorken demokrasiden söz etmek yine bilinçli bir tercihtir. Artık yasalar yoktur, yerine, yeni mafya düzeni geçmiştir. Yasalar ve yasaları koruyacak ve sağlayacak devlet yoksa demokrasiden söz edemeyiz.
Buradan yeni tartışma alanlarına ulaşmış da oluyoruz: Küreselleşme ve ulus-devlet. Bunu ise gelecek yazılara bırakıyorum.