HALKIN CAHİLLEŞTİRİLMESİ İÇİN YÖNETENLERİN DE CAHİL OLMASI GEREKİR
Platon’a göre; siyaset de gemicilik, hekimlik, marangozluk gibi bir uzmanlık işidir. İşinin uzmanı olmayan bir kaptana geminin yönetimini verdiğinizde gemiyi batırır, aynı şekilde yönetim bilgisine sahip olmayan bir kişi de yönetici olduğunda devleti batırır.
Güncel örnekler bu konuda oldukça fazla. Herhangi birinden başlayabiliriz.
Adnan Menderes’in ünlü sözüdür, “Ben odunu aday göstersem vekil seçtiririm” diyordu. Buradan amiyane tabirle ancak şu sonuca ulaşırız. Aslında seçim diye bir şey yoktur. Gücü elinde bulunduranlar istediğini seçtirebilirler. Peki, ortada bir seçim yoksa (doğrudan katılımı bıraktık, parlamenter bir seçim bile yoksa) demokrasiden bahsedebilir miyiz? Şu günlerdeki demokrasi havarilerinin Adnan Menderes’i demokrasi şehidi diye görmelerine ne demeli?
Bu konuda verilecek daha birçok güncel örnek var. Yani güncel örnek vermekte sorun yok. Ama asıl sorun bunların biliniyor olmasına rağmen, demokrasi kavramı ve parlamenter demokrasinin hâlâ tartışılmaz bir tabu olarak kalması. Cevaplanması gereken asıl soru budur.
Güncel örneklerle devam edelim.
Sadece daha geri bırakılmış Doğu toplumlarında değil, Batı’da pek çok yerde iktidara neden en geri, en sağcı, en bilgisiz adamların ve kadınların geldiğini tartışılmaktadır. Playboy kızlarıyla çektirdiği fotoğraflarla övünen, kürsüden yedi yaşında çocuklarla dalga geçen, Belçika’yı şehir sanan, cehaletinin mi ırkçılığının mı daha koyu olduğu tartışılan Trump’ın gafları kendi başına tüm dünyada sayısız haber konusu oldu; kadınlara hakaretleri nedeniyle karısı bile Trump adına özür dilemek zorunda kaldı.
İtalya’da Berlusconi, Fransa’da Macron, İngiltere’de Johnson... Geçen günlerde Sözcü gazetesinde yayımlanan bir habere bakacak olursak, Donald Trump’ın ses kayıtlarında, “Kim, Putin ve Erdoğan’ı beğeniyorum çünkü onlarla aynı odada olduğumda en akıllı ben oluyorum” diye bir ifade varmış.
Siyasetçi kişiliğine sosyolojik olarak yaklaşan Richard Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü kitabında, “Demokrasi fikrinin kendisi aracılık ve yüz yüze tartışma gerektirir; ambalajlamadan ziyade müzakere ister. Bu düşünce silsilesini izlersek reklamcılıktaki bütün baştan çıkarma numaralarının şimdi siyasetçilerin kişiliklerinin ve fikirlerinin pazarlanmasında kullanıldığını dehşetle gözlemleyebiliriz; daha açık ifade edersek, nasıl ki reklam müşterinin işini nadiren güçleştirirse, siyasetçi de kendini kolay satın alınır hale getirmektedir” diyor.
Yalın Alpay, Post-Trust kitabında şöyle yazıyor:
“Trump’ın ABD başkanı seçilmesi dünya siyaseti için sarsıcı bir sürprizdi. Gelişmekte olan ülkelerde sıradan bir olgu sayılan popülist bir liderin seçimlerle iktidara taşınmasının, ABD gibi dünyanın en yerleşik demokrasilerinden birinde, kurumları yerleşmiş, seçkinlerin hâkimiyeti sorgulanmayan bir ülkede gerçekleşmesi uluslararası alanda bir deprem sayıldı.”
Yalın Alpay şaşırmış olabilir ki bu şaşırmanın nedeninin hâlâ demokrasi kavramının kafasında ideal bir yer tuttuğunun bir göstergesi olduğunu varsayabiliriz. Trump’ın seçilmesi benim için hiç de sürpriz olmadı örneğin. Seçilme sıralaması olarak düşündüğümüzde, Reagan, Bush gibi siyasetçilerin devamı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani ABD gibi demokrasinin beşiği diye lanse edilen ülke 1980’lerden bu yana şaklabanların elinde yönetilmektedir.
Bu görüntü de yukarıda tespit ettiğimiz tezi doğrulamaktan öteye gitmiyor. Cahilleşmeden, cahilleştiremezsiniz.
Sadece Red Kit okuduğunu söyleyen yöneticilere, diploması dahi olmayan, kitap okumadığını büyük bir yetenekmiş gibi söyleyen yöneticilere bizler ne zaman geçtik? Hiçbir güvenlik makalesi okumadığını göğsünü gere gere anlatan bir içişleri bakanına nasıl geldik? Bu bir tesadüf müydü? Yoksa cahilleşmenin birinci koşulunun yönetenlerin de cahil olması gerektiği tezi doğru değil mi?
Peki, halk böyle istiyor diye oturup bekleyecek miyiz? Kaybolan hayatlar bize ait değil mi?
Kışkırtıcı çıkarımlara ve sorulara devam edelim.
Şöyle düşünelim, bir ülke var ve parlamenter demokrasi ile yönetiliyor. Ama seçimi yapanlar cahilleştirilmiş, seçilmişler seçenlerden de cahil. Seçilenler hep birilerinin adamı ve bir çıkar grubunun temsilcisi, doğal olarak da en baştaki yönetici de böyle. Hukuk ayaklar altında, çünkü yasalar o çıkarcı grupların çıkarlarını korumaya yönelik düzenleniyor. Böyle bir ülkede mi yaşamak istersiniz, yoksa krallık ile yönetilen, ama kralın entelektüel, insan haklarına saygılı, ülkesini seven ve çıkar gözetmeyen bir kral olduğu bir ülkede mi? Soruların içinde cevaplar da gizli.
PARLAMENTER DEMOKRASİ, AZINLIĞIN ÇOĞUNLUĞU YENİ YÖNETME BİÇİMİ
Demokrasi kavramının en temelinde doğrudan katılım var. Yani birey hiçbir etki altında kalmadan yöneticisini direkt kendi oyuyla seçiyor. Ama bunun mümkün olmadığını, bunun mümkün olabilmesi için ancak çok küçük kolektiflerde uygulanabileceğini belirtmiştik. İnsan nüfusu kalabalıklaştıkça, parlamenter sisteme geçmek bir zorunluluk oluyor. Yani, temsilcinin temsilcisini, temsil etmek için parlamentoya göndermek.
Peki ama bu mümkün mü?
Yurttaşlar cumhuriyeti yerine vekiller cumhuriyetinde demokrasiden bahsetmek sadece bir aldatmacadır. Vekil seçilebilmenin koşulunun ancak zengin olmakla ilgili olduğu bir durumdan bahsediyoruz. Bir vekilin seçim yatırımı (elbette bunun karşılığını misli olarak alacağını düşünüyor) büyük meblağlar gerektirmektedir. Ya da bir aşiretin veya cemaatin lideri olmanız gerekmektedir. Bir yurttaşın vekil olarak seçilme şansının olmadığı bir yerde, demokrasiden söz etmek doğru mudur?
Demokrasi kavramını sadece parlamenter demokrasi tanımına hapsettiğimizde karşımıza çıkan sorunlu alanlardan bir tanesi de devlet içinde seçime katılan halkın seçimlere artık itibar etmemesidir. Neredeyse dünyadaki seçimlere katılım oranı %50’nin altına düşmüş durumdadır. Bu %50’nin de %50’sini alan kişi (aslında toplumun sadece %25’lik bir kısmını temsil etmektedirler) çoğunluğu yönetmeye talip oluyorlar.
“Oysa günümüzde çok az sayıda hükümet, siyasal rejimlerden farklı olarak, bu temeli önsel bir güven sayarak hareket edebilmekledir. Liberal –yani, çok partili– demokrasilerde hükümetlerin, bırakın bütün seçmen kitlesinin, kullanılan oyların fiili çoğunluğunu temsil etmelerine bile çok ender rastlanır. İngiltere’de 1931 yılından beri tek başına hiçbir parti oyların yüzde 50’sinden fazlasını alabilmiş değildir; keza, savaş zamanından beri hiçbir koalisyon açık bir çoğunluğu temsil etmiş değildir.” (Eric Hobsbawm)
Demokrasi için olmazsa olmaz koşullardan bir tanesi de, çoğunluğun iktidarının azınlığı da korumak zorunda olması ilkesidir. Peki, aslında kışkırtıcı soru, günümüzde bu hangi demokratik ülkede mümkün olmuştur? Mümkün olma ihtimali var mıdır?
Güçlü muhalefetin olmadığı bir düzende demokrasiden bahsetmek abesle iştigal etmektir. Peki, yeni kapitalist düzende muhalefet mümkün müdür? Soru budur. Muhalefet demek azınlık olmak demektir. Demokrasinin kesin tanımında ise muhalefete dokunmamak vardır. Dokunulduğunda ise muhalefetin kendisini koruyabilmesinin koşulları mutlak olmalıdır.
Parlamentonun artık yeni kapitalist düzende tiyatro sahnesinden başka bir işlevi kalmamıştır. Hem de seyircisi dahi olmayan bir tiyatro durumundadır.
James Burnham yeni döneme “menajerler devleti” diyordu. Genel anlamda tekelleri düşündüğünü söyleyebiliriz. Israrla parlamenter demokrasinin artık işleme koşullarının ortadan kalktığını vaaz ediyordu. Politika artık, tekellerin büyük yapılarının ardında, bürolarda şekilleniyor yollu açıklamalarını okuyoruz. Kararlar parlamentoda değil, tekellerin ofislerinde alınıyor. Yalçın Küçük bu yeni düzene “Tekolokrasi” diyor.
DEMOKRASİ NE ZAMAN UYGULANDI?
Sıklıkla karşılaşılan sorulardan bir tanesi de budur.
Demokrasi iyi ama çevresi kötü, şaka şaka... “Demokrasi içerik olarak çok ideal ama doğru uygulanmıyor” cevabı, demokrasi severlerin en sık tekrarladığı içi boş bir cümledir. Bu noktada demokrasi siyasal bir sistem olmaktan çıkıp, bir ütopya kavramına dönüşüyor.
İktisat teorisyenlerine göre büyüme ve refah çağı olarak görülen 1945-1975 arası tam demokratik bir dönemdir. Bu kısa dönem için demokrasi kavramının çok abartılı ve sürdürülebilir olduğu düşünülüyor. Bu döneme siyasal mutluluk çağı yakıştırmasıyla bir sonsuzluk ekleniyor. Bu dönemin iki kutuplu bir dünyanın zorlaması olduğu hem görülmüyor ya da bilerek gösterilmiyor hem de geçici bir dönem olduğu akıllardan silinmek isteniyor.
Demokrasiyi basite indirgeyip bir soğuk savaş stratejisi olarak ele alabileceğimizi iddia ediyorum. Peki, öyle kabul etsek bile, 1990’da reel sosyalizmin çözülüşünden itibaren neden hâlâ aynı illüzyonu yaşamak durumunda bırakılıyoruz?
Demokrasi belki daha küçük ülkeler için daha kolay gözüküyor. Günümüzde Norveç, Finlandiya gibi küçük ama zengin ülkelerde demokrasiyi uygulamak daha kolay gözükmektedir. Demek ki demokrasi büyük düzen için içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Hele ki ulus devletlerin ortadan kalktığı, dünyayı tekellerin yönettiği küresel durum içinde demokrasi insanlar için bir özgürlük ve eşitlik alanı değil, daha çok faşist görünümlü bir hal alıyor. Hiçbir şey olmaması, hiçbir şey olamamak küresel düzen içinde halka düşen taraf oluyor.
“Olan şey, sistemin, iki savaş arasında görülen kaçınılabilir bazı ‘hatalar’dan, ‘hem yüksek bir istihdam düzeyini muhafaza etme(nin) ve hem de küçümsenemez bir ekonomik büyüme oranından yararlanma(nın)’ ‘normal’ ortamına dönüşün çok daha ötesindeydi. (H. G. Johnson) Esas olarak bu, ekonomik liberalizm ile sosyal demokrasi (ya da Amerikan terimiyle, Rooseveltçi New Deal politikası) arasında, ekonomik planlama fikrinin öncüsü olan SSCB’den ödünç alınan bazı kalıcı unsurlarla gerçekleştirilen bir tür evlilik idi. Teolojik serbest piyasacıların buna gösterdikleri tepkinin, 1970’lerde ve 1980’lerde, bu evliliği temel alan politikaların artık ekonomik başarıyla korunmadığı bir sırada, böylesine ateşli olmasının nedeni budur.” (Eric Hobsbawm)
Demokrasi kavramı görüldüğü üzere tartışmaya oldukça açık bir konu, bu yüzden biraz daha açmak gerekiyor. Haftaya, “Demokrasi ve Hız”, “Devlet Olgusu ve Demokrasi”, “Küreselleşme Döneminde Demokrasi Olabilir mi?” konularıyla devam edelim.