Bir soğana yenilecekler

George Gallup 1936 yılında kamuoyu yoklamalarıyla ilgili ilk şirketi kurduğunda dünya siyasetini de değiştireceğini elbette bilmiyordu. Kapitalizmin gelişme yasasının dinamiklerinin başında bu gelir. İhtiyaç yarat ve sonra o ihtiyaca göre yeni emtialar oluştur.

Araştırma şirketleri veya kamuoyu yoklama şirketleri siyaseti bir taraftan dizayn eder ve değiştirirken, siyaset de bu tür şirketlerin yönünü ve toplum nezdinde daha etkili olmalarını sağlayacak yeni araçlar geliştirme konusunda yardımcı olmuş oldu. Neyse buradan Goebbels’lere gelecek değilim ama son dönemde bu konularda dünyanın tartıştığını söylemek zorundayım. Post-Truth kavramı, yalanın veya manipülasyonun günümüzdeki serüvenini anlatıyor. Bu konuyu da burada keserken meraklısına Yalın Alpay’ın Yalanın Siyaseti kitabını ve yine Tevfik Uyar’ın Safsatalar kitaplarını öneririm.

Konumuz, siyasette yönlendirme aracı olarak kamuoyu yoklamaları ve dijital ayak izleri ile topluma yön verme çabaları ve yansımaları. Yazının ilerleyen bölümlerinde açıklayacağım gibi, şimdilerde bu işi sadece araştırma şirketleri yapmıyor, dijital ağlar da bu yön verme ve toplumu belirlemede önemli bir işleve sahipler.

George Gallup 1936 yılında Gallup araştırma ve kamuoyu yoklama şirketini kurup ilk anketini yaptığında dünya siyasetinde de büyük bir değişime yol açacaktı. Gallup burada grup araştırması fikrinden örnek almıştır.

Ocak 1939’da Franklin D. Roosevelt seçimlere girmeden önce yaptırdığı bir kamuoyu yoklamasında hiç beklenmeyen sonuçlarla karşılaştı ve bunun sonucunda seçim propagandasını tamamen değiştirdi. Bu anket şu soruyu sormuştu kamuoyuna: “Sovyetler Birliği ile Almanya arasında bir savaş çıksa hangi tarafın kazanmasını istersiniz?” Soru basitti ama cevap çok şaşırtıcıydı. Amerikalıların %83’ü Sovyetlerin kazanmasını, sadece %17’si ise Almanların kazanmasını istediklerini söylediler. Sonrasında Soğuk Savaş yıllarına kadar Amerikan siyaseti bu sonuçlara göre belirlendi.

Ama günümüze gelindiğinde önümüze başka bir olgu daha çıkıyor. Benim “Dijital Faşizm” diye kodladığım bu kavram gündelik hayatımızı ve seçimlerimizi hem belirliyor hem de değiştirebiliyor. Kamuoyu yoklamasından, kamuoyu yaratmaya giden süreç...

Günümüzde telefonlarının, bilgisayarlarının, tabletlerinin başından kalkmayan, sosyal hayatını burada sürdüren, alışverişini buradan yapan, bilgi birikimini buralardan elde etmeye çalışan bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Peki burada yaptığımız her tıklama, girdiğimiz her site, alışveriş yaparken beğen butonuna bastığımız her an, sosyal medyada izlediğimiz her video, her paylaştığımız haber, arkasında nasıl bir iz bırakıyor?

İnternetteki her adımımız gözlenir ve kaydedilir. Hayatımız tümüyle dijital ağa yansır. Dijital genel görünümümüz kişiliğimiz, ruhumuz hakkında son derece doğru bir iz bırakır.

Data Mining: Veri madenciliği anlamına gelen bu kavram, günümüz siyasetini toptan değiştiren bir yapıya sahiptir. Veri yığınlarında istatistik vb. yöntemleri kullanarak düzensizlik gösteren örüntüler arama faaliyeti diyebiliriz.

Mikro-Targetting: Mikro ya da hassas, inceltilmiş hedefleme diye çevrilebilecek bu kavram özellikle siyaset ve pazarlama alanında –bir kitlenin bütününe yönelik bir kampanyanın aksine– olabildiğince küçük bir gruba, hatta tek tek bireylere hitap etmeyi amaçlar. Siyasette özellikle, dar bölge çalışmalarında, bölgedeki topluluğa uygun söylemler geliştirmede etkin olarak kullanıldığını biliyoruz. Örneğin, İç Anadolu insanının genel olarak milliyetçilik yönü ağır basıyorsa, orada milliyetçiliği öne çıkarmak, Ege bölgesinde kadın hakları ise, ona göre bir çalışma yapmak vb.

Byung-Chul Han, Psikopolitika-Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri kitabında Birinci Aydınlanma’yı istatistik üzerinden yorumlar: “Voltaire istatistik sayesinde mitolojiden arınmış bir tarihin hayalini kuruyordu.” Rüdiger Campe şu ek bilgiyi sunar bizlere: “İstatistiğin sayıları, Voltaire’in, sadece anlatı olarak var olan bütün tarihe karşı –bu nedenle her zaman mitolojinin sınırında gördüğü Eski Tarih’in öykülerine karşı– metodik güvensizliğini dile getirebileceği temeldir.” Byung-Chul Han ise bize şunu sorar: “İkinci Aydınlanma’nın buyruğu ‘Her şey veri ve enformasyon olmalıdır’ şeklindedir. İkinci Aydınlanma’ya ruhunu veren şey bu veri totalitarizmi ya da veri fetişizmidir. Bütün ideolojileri geride bırakabileceğine inanan Dataizm bizzat bir ideolojidir. Dataizm dijital bir totalizme gider. Peki bizi bundan kurtaracak üçüncü aydınlanma nasıl olacak?”

Konuyu uzatmak olacak ama Byung-Chul Han’ın şu karşılaştırmasını da bu yazıya almaktan kendimi alıkoyamıyorum. Güzel bir karşılaştırma:

“Dataizm’in dijital Dadaizm olduğunu görürüz. Dadaizm de her tür anlamlı bağlamdan feragat eder. Dil anlamdan tümüyle arındırılır: ‘Hayattaki olayların ne başı ne de sonu vardır. Her şey çok aptalca cereyan eder. Bu yüzden her şey aynıdır. Basitliğin adı Dada’dır.’ Dataizm nihilizmdir. Anlamdan bütünüyle vazgeçer. Veriler ve sayılar işlemseldir, anlatımsal değil. Halbuki anlam anlatıya dayanır. Veriler anlam boşluğunu doldurur.

Big Data gerçekten insan davranışını gözetlemekle kalmayıp onu psikopolitik bir yönlendirmeye tabi kılabilecek mi? Uygar toplumun çehresinde yine hiç hesaba katılmamış bir dram mı ortaya çıkıyor?” diye sormaktan kendini alamıyor Byung-Chul Han.

“Dijital gözetimin verimliliğinin nedeni ise perspektifsiz olmasıdır. Analog optiğin özelliği olan perspektif sınırlamasından kurtulmuştur. Dijital optik her bakış açısından gözetlenmeyi mümkün kılar. Böylelikle de kör açıyı ortadan kaldırır. Perspektifli analog optiğin aksine ruha kadar iner bakışı.”

Gözlemleniyoruz, anlatıyı, yani anlamı kaybedip, sayılara ve skorlara hapsediliyoruz. İzleniyoruz ve bunu farkında olmadan kendi isteğimizle yapıyoruz. Özgür olduğumuz ve özgürlüğün bu olduğu söyleniyor ve biz farkında olmadan kendi kendimize bir hapishane, sürekli, her an gözlemlendiğimiz bir hapishane inşa ediyoruz. Her anımız bilindiğinde, bizi yönetmek için çok çaba sarf etmelerine, baskı araçları uygulamalarına da gerek kalmıyor. Bizi kendi ele verdiğimiz duygularımızla ya satın alıyorlar ya da maniple ediyorlar. İnsanlar özellikle gençler özgür olmak için büyükşehirlere kaçarlardı eskiden, kaybolmak özgür olabilmek demekti. Küçük şehirlerde ve kasabalarda kaybolamazsınız, izlenir, görünür olursunuz ve küçük kasaba ideolojisi sizi belirler, onların sınırlarının dışına çıkamazsınız. Şimdi hepimiz aslında küçük bir kasabada yaşar gibiyiz. Kaybolamıyoruz yani özgür değiliz.

Bugün her tıklamamız, arama amacıyla girdiğimiz her kavram kayda geçirilir. İnternetteki her adımımız gözlenir ve kaydedilir. Hayatımız tümüyle dijital ağa yansır. Dijital genel görünümümüz kişiliğimiz, ruhumuz hakkında son derece doğru iz bırakır, belki de olduğumuzu sandığımız kendimizden daha doğru ya da daha eksizsiz bir iz.

Gelelim asıl konumuza...

Önümüzde belki de Türkiye siyasi tarihinin en kritik seçimi var. Neden kritik birkaç cümleyle bunu açmak gerekiyor. AKP iktidara geldiğinde bu partinin Türkiye’ye gelmiş geçmiş en neoliberal parti (şunu demek istiyorum, neoliberal ekonomik prensiplere en fazla riayet eden) olduğunu ilk seçimlerini kazandıklarında söylemiştik. Hatta şöyle bir ek yapma ihtiyacı da duymuştuk. Bunu başaranın AKP değil, liberal solcular (bilinen isimleriyle “yetmez ama evetçiler”) olduğunu özellikle belirtmiştik. AKP kuruluşunda mutabık olduğu, yetmez ama evetçiler, Milli Görüş ekolü, milliyetçiler, Nizamı Ceditçiler, büyük sermaye, Kürtler, FETÖ’cüler vb. büyük bir kesimi kapsıyordu. Aynı zamanda tüm dünyada “Yeni Faşist” diktatörler ülke yönetimlerine geliyordu. Neoliberalizmin hiç olmadığı kadar güçlendiği yıllardı. Sonrasında sırasıyla AKP, iktidarı içindeki bu bileşenlerden ayrılmaya başladı. FETÖ’cüler, Milli Görüşçüler, son olarak da sol liberaller partiyi terk etti veya ettirildi. Ama hâlâ AKP seçimleri kazanmaya devam etti. Şu anki AKP saf AKP’dir ve Emevi-Sünni düşünce sistematiği hâkimdir. Ordu-polis dizayn edilmiş haldedir. Eğer bu seçimi de kazanırsa, hilafetin geri gelmesi hatta ve hatta şeriati bir düzene geçiş için de halkın onayı alınmış olacaktır. Bu seçim kaybedilirse, Türkiye’nin yeni Afganistan, İran olmasının önündeki tüm engeller kalkacaktır.

Bu nedenle bu seçim Türkiye için çok kritiktir.

Seçimlerden dolayı önümüze her gün bir anket düşmekte. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, anket kuruluşlarının asıl amacı zaten manipülasyonlar yaratmak ve toplumu şekillendirmek. Tamamen zırva demiyorum, yapılan anketlerde, bölgesel halkların daha çok neye önem verdiği ortaya çıkıyor, genel eğilim saptanıyor vs. Ama işin içinde de yönlendirme, sahtecilik, toplumu şekillendirme de mevcut.

Sadece anketler değil, dijital faşizm de işbaşında. Dijital ağa herkes ayak izini bırakıyor. Yeri gelmişken başka bir yanlışı daha düzeltmek gerekiyor; Twitter’ı kullanan herkes, şaşırtıcı bir şekilde, bu platformda cereyan eden olayların tüm Türkiye’yi belirlediği kanısına sahip. Dijital ağlar için balon kavramı önemli. Ne demek balon? Kişi kendine ve kendi düşüncesine göre, kendine yakın bulduklarını takip ediyor. Takip edilenlerin takip ettikleri de yine aynı düşünceye yakın topluluklar oluyor. Siz Twitter’a girdiğiniz zaman, karşınıza düşen tüm paylaşımlar, en azından sizin düşüncelerinize yakın oluyor ve siz zannediyorsunuz ki Türkiye’de büyük çoğunluk sizin gibi düşünüyor. Gerçeklikten uzak bir durum. Bundan ayrı bir de trollük kavramı var ki bu da başka bir inceleme konusu. Trol ekipleri sadece saldırıda bulunmuyor, diğer işlevi daha karışık. Karşı olduğu düşünceye benzer sayfalar açıyor. Örneğin Atatürkçü görünen bir sayfa hazırlanıyor. Sayfa bu kesimin takibini sağlıyor ama zamanı geldiğinde birdenbire karşı tarafın kafasını karıştıracak paylaşımlar yapmaya başlıyor. Örneğin şu günlerde Muharrem İnce’nin sosyal medya görünürlüğü bu şekilde sağlanıyor. Sıradan halk ise gerçekten Muharrem İnce’nin belirli bir güce ulaştığını düşünmeye başlıyor.

Ama bizim bugünkü konumuz bu da değil.

Anket sonuçları üzerine birkaç söz söylemek amacım. Yukarıda anlattığım dijital faşizm konusuna o yüzden uzun uzun değindim.

Bir anket şirketi ortalama olarak ve değişik kesimlerde olmak üzere 2.000 veya 3.000 kişi ile yapılan sonuçları bildiriyor. Ama gözden kaçırdıkları bir kesim var. Anketlere cevap vermeyen, dijital faşizmin ulaşamadığı, alt gelir grubuna mensup, kentlerin varoşlarında, köylerde ve kasabalarda yaşayan bir kadın kitlesi var. Bu kadın kitlesi tahminen seçmenlerin %20’lik hadi bilemediniz en azından %10’luk bir kesimini oluşturuyorlar. Bunlar dijital mecralarda ayak izi bırakmayan, anketlerin ulaşamadığı, evin reisi olarak gördüğü kocasının sözünden çıkmayan, hangi partiyi işaret ettiyse ona oy veren bir kadın kitlesi.

Ancak bu kitle artık yeter diyor. Çünkü kocası eve ekmek getiremiyor, çocuğuna süt alamıyor, çocuğunun beslenme çantasına bir şey koyamıyor.

Aile kavramında kadın sınırları belirleyen, düşünen, tasarlayan, yapılandıran kişidir. Evin reisi erkek gibi gözükse de, aslında biçimleyen, muhafaza eden, koruyan kadındır. Basit halk dilinden bir örnek verelim; gelin kaynana çatışması bu tür ailelerde en yaygın kavga biçimidir. Bu sorunu incelediğimiz zaman karşımıza, evi sahiplenen iki kadının çatışması olarak bakılabilir. Kadın hâkimiyetin kendisinde olmasını ister. Kaynana ise “O benim oğlum, ben yetiştirdim, benim de söz hakkım var!” diyerek gelir yeni eve. Kavganın temel sebebi, hâkimiyet alanı belirlemeye çalışan kişilik çatışmasıdır.

Bu kesimin erkeklerinde herhangi bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. Erkek güce ve erke önem verir, daha sabit fikirlidir, genellikle aileyle hiçbir zaman bir bağı ve ilgisi yoktur. Örneğin, çocuğunun ders durumuyla, çocuğunun ruhsal hayatıyla vb. Kısa bir not olarak şunu belirtelim, CHP dış politika konusuna fazla girmiyor, bu kesimin erkek oyunun ise hâlâ AKP’den yana olmasının baş nedeni, dış ilişkiler, ulusal askeri güç vs. konularında bu kesim erkeklerini ikna ediyor oluşu. Son günlerde ilk SİHA uçak gemisi ve bu geminin Sirkeci’ye çekilmesi buna en iyi örnektir.

Tam da bu saydığım sebeplerden dolayı, anket firmalarının ve dijital mecranın farkında olmadığı, seçimlerin sonuçlarını belirleyecek bir kitle karşımızda duruyor. Bu kez kadınlar kocalarının dediği partiye oy vermeyeceklerdir, en azından büyük bir kısmı. Bunu temsil eden bir kavram var, soğan. Soğan, her yemeğin olmazsa olmazıdır (bizim kültürümüz için söylüyorum). O bir gösterge, o bir harçtır. Temsilcidir. Kadın evine süt alamıyor, yemeğine doğrayacak soğanı bulamıyorsa bu iş bitmiştir. Bunu tabii yıllar önce Demirel söylemişti, “Bu ülkede seçimleri belirleyen mutfaktaki tenceredir” diye. Bugün ise bu seçimleri belirleyen soğan olacaktır.

İkinci ve diğer önemli bir konu AKP’nin neden bu seçimi kaybedeceği üzerine tezim, dünya yeni bir döneme giriyor. Neoliberal (finans kapital emperyalizm) sistem iflas etmek üzere. Neoliberal sistemin iktidara getirdiği tüm “Yeni Faşist” liderler bir bir yıkılmakta. Ya tamamen yıkılacaklar ya da restore edilecekler. Buna hem dünya hem de Türkiye için, yeni restorasyon dönemi diyebiliriz. CHP yeni restoratör parti olma iddiasıyla bu seçimlere giriyor. Bunu detaylıca gelecek yazıya bırakıyorum.