Bilimsel ve dinsel düşünce biçimleri uzlaşabilir mi? | 2

Yayın tarihi: 26 Aralık 2019 Perşembe 7:05 pm - Güncelleme: 18 Şubat 2020 Salı 7:06 pm

Ender Helvacıoğlu

Önceki yazımızda bu soruyu politik düzlemde tartışmıştık ve “Konuyu bir de felsefi düzlemle sınırlayıp kuramsal olarak tartışmakta fayda var. Çünkü ancak o zaman bilimsel ve dinsel düşünce biçimlerinin özleri itibarıyla uzlaşmaz ama politik zor yoluyla ‘uzlaştırılır’ olduğunu anlayabiliriz.” diye bağlamıştık.

Bu iki düşünce biçimi ve yöntemi neden özleri itibarıyla uzlaşmaz? Bunun nedeni birinin iyi diğerinin kötü olması değil; “iyi” ve “kötü” bilimsel kavramlar değildirler. Nesnel ve tarihsel nedenler var.

Öncelikle iki noktayı saptamamız gerek.

Birinci saptamamız, her düşünce biçimi ve fikir akımının ortaya çıktığı toplumsal (sosyo-ekonomik) koşullarla sınırlı olduğu, “tarihsel” olduğudur. Dolayısıyla bir düşünce sisteminin ne olduğunu kavrayabilmek için öncelikle yeşerdiği toplumsal zemini, yani maddi temelini anlamak gerekir. Yoksa aşırı yorumlardan, mesnetsiz paralelliklerden, -olumlu veya olumsuz-  abartılı tespitlerden kurtulamayız. Fikir akımlarını ve onların temsilcilerini tarihte yerli yerine oturtamayız. Platon’da Hegel’i, İbn Rüşt’te Voltaire’i veya İbn Haldun’da Marx’ı bulduğumuzu sanırız; aslında her iki tarafa da haksızlık yapmış oluruz. Bunun bir adamı ötesi, Kuran’da Kuantum kuramının veya büyük patlamanın öngörülmüş olduğunu iddia etmektir; yani şarlatanlığın kıyısıdır.

İkinci saptamamız, Avrupa’da Rönesans, Reform ve köylü isyanlarıyla başlayıp Bilimsel Devrim, Aydınlanma, demokratik devrimler, endüstri devrimleri ve sosyalist devrimlerle (dünyalılaşarak) devam eden ama bütün bu atılımlara karşın henüz ilk aşamasını yaşadığımız Modernite’nin, bütün bir uygarlık (sınıflılık) sürecinin en önemli kırılma noktası olduğudur. Uygarlık sürecini kabaca Modernite öncesi ve Modernite sonrası olarak ikiye ayırabilecek kadar belirleyicidir bu dönüm noktası. Doğal olarak sadece toplumsal süreçleri değil, fikir akımları ve hakim düşünce biçimlerini de ikiye ayırır bu köşe taşı. Sadece fikir akımları gelişmiş ve ilerlemiş değildir, temel paradigma değişmiştir Modernite ile birlikte.

Ortaçağ Doğu uygarlığının (İslam uygarlığı da denebilir) katkıları elbette Modernite’ye giden yolu döşemiştir; Avrupa-merkezci tarihçilerin söylediği gibi Batı Uygarlığı birdenbire ortaya çıkmış bir “mucize” değildir. Fakat Batı-merkezcilere karşı sürekliliklere vurgu yaparken, Modernite ile birlikte yaşanan kopuş ve sıçrama gözden kaçırılırsa ne toplumsal tarih ne de düşünce tarihi anlaşılabilir. Tarihin o döneminde Avrupa’da yaşanan sıçrama esastır, süreklilik ise tali. Bu nedenle o süreci hep “devrim” sözcüğü ile niteliyoruz: Bilimsel devrim, Aydınlanma devrimi, demokratik devrimler, endüstri devrimi vb…

Bu süreci “Doğu-Batı”, “İslam-Hristiyan” gibi ikililerle kültürel düzlemde kalarak, uygarlık tarzı çatışmalarıyla açıklamaya çalışırsak yanılırız. Yaşanan kopuşun ve sıçramanın toplumsal (maddi) bir nedeni var: Modernite’yi yaratan, tarihte ilk kez aristokrasi ve köylülük dışında iktidar talep eden iki yeni sınıfın ortaya çıkmasıdır: Önce burjuvazi, sonra proletarya. İşte her alanda yaşanan paradigma değişimini yaratan toplumsal zemin budur. Bambaşka bir üretim ilişkileri sistemi yeşermiş, gelişmiş ve eski sınıf ilişkilerini tasfiye ederek hakimiyetini kurmuştur.

Bu büyük toplumsal devrim düşünce (felsefe, bilim, sanat, siyaset, her alanda) devrimini de yaratmıştır. Yepyeni bir düşünce biçimi yeşermiştir: Bilimsel düşünce biçimi. Gerçeği nerede arayacağız? Galilei’nin teleskopunda mı, kutsal kitaplarda mı? Kısaca mesele budur.

Aristokrat dönemin hakim düşünce sistemi olan dinsel düşünce biçimi ile Modernite ile yeşeren bilimsel düşünce biçiminin uzlaşmazlığı buradan kaynaklanır. Bu tek başına bir felsefi tartışma değildir, kültürel veya dinsel bir çatışma değildir, ilerilik-gerilik ile de açıklanamaz; bir dönem (paradigma) farkıdır.

Nasıl astroloji ile astronomiyi, Dünya-merkezli tanrısal evren modeli ile Kopernik evren modelini, yaratılışçılık ile evrim kuramını uzlaştıramazsak, dinsel düşünce biçimi ile bilimsel düşünce biçimini de uzlaştıramayız. Bunun astrolojiyi, Batlamyus’u, dinleri küçümsemekle veya “gerici” ilan etmekle bir ilgisi yoktur. Eski düşünce biçiminin yarattığı ürünler kendi dönemlerinde iş görmüş, ama artık miatlarını doldurmuş, aşılmış ve tarihin müzesindeki yerlerini almışlardır. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir.

Gerici olanlar, eskimiş olanı yeniden diriltmeye, toplumsal yaşama sokuşturmaya çalışanlar ve bir biçimde iki farklı paradigmayı uzlaştırmaya çalışanlardır. Uzlaştırma felsefi ve bilimsel düzlemde olanaksızdır; bu ikisi ancak Engizisyon zoruyla “uzlaştırılabilir”, Galilei’yi zorladıkları gibi… Ama insanlık önünde sonunda “Dünya yine de dönüyor” der.

Son bir not: İslamlar mı, Hristiyanlar mı daha fazla baskı yaptı türünden tartışmaların da bir anlamı yok. Hallac’ın derisini yüzenlerle Bruno’yu yakanlar aynı sınıfın (aristokrat sınıfların) adamlarıdır.