Basın toplantısına girişim engellenince Yaşar Okuyan Türkeş adına benden özür diledi
Muhabirler salonu terk etti, Türkeş toplantısını yapamadı
Onların çabaları da sonuç vermedi. Baktılar ki basın toplantısını izlememi sağlayamayacaklar, salondaki gazetecilere dönerek, "Arkadaşlar, burada bir gazeteci arkadaşımızın görev yapması engelleniyor. Bu durumda biz de bu tutumu protesto ediyor ve basın toplantısını terk ediyoruz" dediler. Anadolu Ajansı mikrofonlarını, TRT kameralarını topladı; bütün gazeteciler salonu terk etti. Geride, bir tek durumu Alpaslan Türkeş’e bildirecek TBMM Basın Bürosu görevlisi Rıfat kaldı. Protesto nedeniyle Türkeş, o günkü basın toplantısını yapamadı. Parlamento Muhabirleri Derneği, bir basın açıklaması yaparak protestosunu sürdürdü. Haber, devletin yayın organları Anadolu Ajansı ve TRT'den de yayımlandı.
Meşrutiyet Caddesindeki Aydınlık bürosuna döndüğümde, Doğan Yurdakul, arkadaki odalardan birine çekilmiş günlük yazısını yazıyordu. O günlerde, MHP’nin yayın organı Hergün gazetesi yazarı Taha Akyol ile Doğan Yurdakul ateşli bir tartışma içindeydi. Daha ben ağzımı açmadan, ‘’ Dinle bakalım, şu cümle nasıl olmuş?’’ diye sordu. Dinledim. Zaten öfkem burnumdan çıkıyor, "Cümle daha sert olsun ağabey!" dedim. Armağan Anar ile Merih (Kutlar), daktilolarının başından kalkmış, mutfakta, gazete çalışanlarına öğle yemeği hazırlıyorlardı. Mutfak, Aydınlık’a yakınlık duyan köylüler tarafından gönderilmiş, patates, soğan, fasulye, bulgur, nohut, mercimek torbalarıyla doluydu. Salona yöneldim. Gazetenin Ankara Temsilcisi Nuri Çolakoğlu, bir eli şakağında, diğer eliyle yanından hiç eksik etmediği renk/ renk kalemlerle önündeki kağıda bir şeyler karalıyordu. Çalışanlar, hareketlerimden, bir olağanüstülük olduğunu fark edip etrafıma toplandılar.
Yaşar Okuyan'dan gelen telefon...
Yaşadığım olayı anlattım. Canları çok sıkıldı! Tam o sırada çalan telefonu Nuri açtı, bir süre konuştuktan sonra, "Bir dakika, ilgili arkadaş burada, kendisinden özür dileyin!" diyerek telefonu bana uzattı. Arayan, Alpaslan Türkeş’in Basın Danışmanı ve MHP’nin o zamanki yayın organı Hergün gazetesinin Ankara Temsilcisi Yaşar Okuyan'dı. Okuyan, davudi sesiyle halimi, hatırımı sorduktan sonra, "Bugün, Mecliste, Sayın Genel Başkan Alpaslan Türkeş ve bizim bilgimiz dışında, hiç onaylamadığımız tatsız bir olay yaşanmış. İlgili koruma görevlisini sert bir dille uyardık. Ben de sizden, Genel Başkanımız Sayın Alpaslan Türkeş adına özür diliyorum!" dedi.
Aydınlık gazetesinin MHP ve ülkücüler ile kanlı, bıçaklı olduğu günlerdi. Aydınlık, yayınladığı belgelerle, Kahramanmaraş Katliamının sorumlusu olarak MHP ve Ülkü Ocakları'nı işaret ediyordu. O günlerde, ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde Kontr- gerilla adlı gizli bir yapılanmadan söz ediliyordu. Aydınlık gazetesinde, birçok general ve üst rütbeli subay ile MİT elemanlarının fotoğrafları çarşaf çarşaf yayımlanıyor, yazılan haberlerde, NATO’ya bağlı Gladyo ile MHP ve Ülkü Ocakları arasında ilişki kuruluyordu. ( Bülent Ecevit’in ölümünden sonra incelenen özel arşivinde, Kahramanmaraş Katliamını gerçekleştirenlerin bazı dış bağlantıları da saptandığı açıklandı…)
12 Eylül öncesi o koşullarda bile, bir gazetecinin görev yapması engellendiği için, Yaşar Okuyan, MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş adına özür diliyordu. O günden sonra, MHP’nin basın toplantılarının en itibarlı gazetecileri arasına girdim. Her gidişimde, Yaşar Okuyan kapıda karşılıyor, benimle özel olarak ilgileniyor, o tatsız olayın izlerini silmeye çalışıyordu...
CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Adalet Partisi’nden(AP) ayrılan 11 milletvekili ile bir azınlık hükümeti kurmuştu. Enver Akova, bu hükumetin Toprak ve Tarım Reformundan sorumlu Devlet Bakanıydı. Düzenlediği Urfa gezisine ben de katılmıştım. Geziyi, MHP’nin yayın organı Hergün gazetesinin 2 muhabiri de izliyordu. Akova’nın Basın Danışmanı Süleyman Ukav ile Günaydın gazetesi muhabiri Bülent Denli, gezi sırasında kafalarında bir plan kurmuş,. Urfa'da, gece kalacağımız otelde Hergün gazetesi muhabirleriyle beni aynı odaya yerleştirmişlerdi. ( Bu uygulama, 12 Eylülden sonra, Kenan Evren'in, aynı koğuşlara yerleştirerek ‘karıştır, barıştır’ yöntemiyle; devrimcilerle, ülkücüleri cezaevinde barıştırmanın küçük bir örneği gibiydi.) Ben, ülkücü gazetecilerle aynı odada kalmamak için hık, mık ettimse de, otelde başka yer kalmadığını söyleyerek kabul etmediler. O gece, ülkücü oda arkadaşlarımla gece yarısına dek tartıştık. Onlar da benim gibi tırnaklarıyla kazıyarak ekmeğini çıkarmaya çalışan yoksul halk çocuklarıydı. Bunlardan biri, sonradan çok iyi arkadaş olduğumuz, Turkish DailyNews ve Associated Press Ajansının foto muhabirliğini de yapmış olan Burhan Özbilici'dir. Gezi bittikten sonra Ankara’ya döndüğümüzde, Günaydın gazetesi muhabiri Bülent Denli, Otel odasında geçen o geceden sonraki sabah izlenimlerini arkadaşlara şöyle anlatacaktı:
"Aydınlık muhabiriyle Hergün muhabirlerini aynı odaya koyduk. Gece sabaha kadar tartışmışlar. Sabahleyin kalktığımızda, Hergün muhabirleri Amerikan Emperyalizmi ve Sovyet Sosyal Emperyalizmi! demeye başladılar...(Amerikan Emperyalizmi ve Sovyet Sosyal Emperyalizmine karşı olmak, o zamanki Aydınlık hareketinin baş sloganıydı.)"
Erzurum Mitingi, MHP’nin, 12 Eylül 1980’den önce düzenlediği son mitinglerinden biriydi. Erzurum Hava limanında uçaktan indik. Yaşar Okuyan, iri cüssesi ve benim iki mislime yaklaşan boyuyla yanıma geldi, elini omzuma koydu; foto muhabirlerine dönerek, "Arkadaşlar, Aydınlık muhabiri ile şöyle hatıra bir fotoğrafımızı çekin! Resmin altına da, ‘Ülkücü bozkurtla, Maocu bozkurt yan yana’ diye yazarsınız!" dedi. ( O günlerde, Mao Zedung düşüncesine yakınlığı, MHP ile bazı fikir benzerlikleri nedeniyle Aydınlık çevresine ‘Maocu bozkurt’, MHP'lilere de ‘Ülkücü bozkurt’ diyorlardı...)
Necmettin Erbakan
Basın toplantılarını en keyifle izlediğimiz lider, Milli Selamet Partisi MSP) Genel Başkanı Necmettin Erbakan’dı. 12 Eylül öncesinde, nerdeyse 3 ayda bir hükümet değişiyordu. Adalet Partisi, Milli Selamet Partisinin dışarıdan desteğiyle bir azınlık hükümeti kurmuştu. Erbakan Hoca, bu hükumetten memnun görünmüyordu. Hemen her hafta, düzenlediği basın toplantılarında, masaya büyük bir kadayıf tepsisi koyuyor, "Arkadaşlar, kadayıfın altı kızarmak üzeredir. Kadayıfın altı kızardığında, hükümetten desteğimizi çekeceğiz." Her hafta aynı şov, aynı keyifli saatler…Nasıl bir kadayıfsa, altı bir türlü kızarmak bilmiyordu.
Uzun yıllar sonra, Can Dündar, bir yazısında o günleri şöyle anlatacaktı:
Güneri Cıvaoğlu, geçenlerde bir yazısının satır arasında öyle bir anı aktardı ki, okuduğuma inanamadım. Anlattığı anı 1980’lere ait... O yıllarda, Demirel’in azınlık hükumeti, Erbakan’ın kerhen desteğiyle sürüyordu. Hoca, kadayıf tepsili basın toplantılarında, Kadayıfın altı kızarınca desteği çekeceklerini söyleyip duruyordu. Ben de o zamanlar mesleğin ilk basamaklarında bir gazeteci olarak parti kapılarında sonuçsuz lider zirvelerini izliyor, acaba ne çıkacak Erbakan desteği ne zaman çekecek hükumet ne olacak sorularına yanıt arıyordum.
Sonra o tarihi görüşme kapıya dayandı. Başbakan Demirel, Erbakan’la görüşecekti ve bu görüşme, hükumetin kaderini belirleyecekti. İki lider baş başa bir odaya kapandılar. Ve bir gazeteci ordusu da kapıda beklemeye koyuldu. Tam üç saat süren bir görüşme maratonundan sonra, Demirel, bunalımın aşıldığını, Erbakan’ı ikna ettiğini, desteğin süreceğini açıkladı.
(....)
İşin aslı tam 15 yıl sonra ortaya çıktı. Bakın, Erbakan, 15 yıl önceki görüşmenin perde arkasını Güneri Cıvaoğlu'na nasıl anlatmış:
"Aslında çok şey konuşmadık. Süleyman içeri girdi. Necmettin, çok yorgunum, şöyle bir uzanayım dedi. Odamda uzun bir kanepe vardı. Ayakkabılarını çıkardı, uzanıp yattı. Biraz uyukladı. Sonra şuradan, buradan konuştuk. İki eski arkadaş, güzel bir sohbet ettik. Birkaç saat böyle geçti. Hay Allah razı olsun, biraz açıldım dedi. Ayakkabılarını giydi, öpüştük, çıktı."
Sonraki yıllarda avukatlık yapan; Erbakan’ın basın danışmanı Şener Battal, samimi ve gazetecilerle iyi ilişkiler kurabilen bir kişiydi. Şimdiki Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak da Erbakan’ın danışmanları arasındaydı. Ancak, soğuk yapısı nedeniyle meslektaşları tarafından pek sevilmeyen biriydi. MSP ve Erbakan ile ilişkilerimizi Şener Battal üzerinden yürütüyorduk. Bugün de insancıl yaklaşımlarını saygı ile andığım Şener Battal, bütün gazetecilerle dostça ilgilenir, onlara her konuda yardımcı olmaya çalışırdı. Bir gün, gülerek bana, "Ali, sen bir de namaza başlasan, tam bizim partiye göre bir adamsın!" dediğini, bu söze birlikte katıla katıla güldüğümüzü anımsıyorum...
Necmettin Erbakan’la Doğu Karadeniz Bölgesinde bir geziye katılmıştık. Hoca, haberlerini özenle yazalım diye bize çok ilgi gösteriyor, özellikle bayan meslektaşlarımızla şakalaşarak iltifatlar yağdırıyordu. Akşam yemeklerinde bizi yakınındaki masaya oturuyor, bizimle uzun uzun sohbet ediyordu. Bazı arkadaşların, akşam yemeklerinde, birkaç duble votka gibi rengi ve kokusu belli olmayan içecekler almalarına da göz yumuyordu. Bir akşam, bir de baktık ki, Erbakan Hoca, tarlayı, takımı ayırmış, gazetecilerin masasını kendisinden çok uzağa, ta kapının arkasına atmış.. Önce bunun nedenini anlayamadık tabii. Biraz sonra öğrendik ki, Bir önceki akşam, Hoca, bizimle sohbet ederken, densiz meslektaşlarımızdan biri, Hoca’nın bir anlık dalgınlığından yararlanarak, onun önündeki su bardağını, votka bardağıyla değiştirmiş... Erbakan, bardağı kafasına diktikten sonra işin farkına varmış. Hoca, o gezi boyunca bir daha hiç yüzümüze bakmadı.. (Olaydan sonra, bu tatsız şakayı yapan kişinin o zamanki Günaydın gazetesi muhabiri Oktay Pirim olduğu rivayetleri dolaştı….)
12 Eylül sonrasıydı. Gazeteciler, siyasi yasaklı olan Necmettin Erbakan’la çok zor görüşüyorlardı. Yazar Erol Toyun yönetiminde İstanbul’da haftalık olarak yayımlanan Somut gazetesinin Ankara temsilcisi Gülşen Özbey, arkadaşımdı. Gülşen, Ankara’da, Yaratım Sanat Galerisi’nin de sahibiydi. Günlerce uğraşmasına karşın, Somut gazetesi adına Erbakan’la röportaj yapmak için randevu almayı başaramamıştı. Benden yardım istedi. Şener Battal’ı aradım. Konuyu biliyordu. Ancak, Gülşen Özbey’i yeterince tanımıyorlardı. ‘’ İşin içinde sen varsan olur; ancak, röportaja birlikte gelin!’’ dedi bana. Hoca’nın Aşağı Ayrancı’daki evine gittik. Ben bir kenarda oturmuş röportajı sessizce izliyordum. Soru ve yanıtlar tamamlandı. Ayrılacağımız sırada, Gülşen, Erbakan’a Galerisinin kartvizitini uzattı. Kartviziti inceleyen Hoca, birden kükredi, ‘’Hanımefendi, olmaz böyle şey; olmaaaz! Bakın buraya Yaratım Sanat Galerisi yazmışsınız.. Bu olmaaaz! Yaratmak, sadece Allaha mahsustur; lütfen bu adı değiştirin!’’ İkimiz de, neye uğradığımızı bilemedik. Evden ayrıldıktan sonra kahkahalar atarak uzaklaştık!...
Bülent Ecevit
Politikadan önceki mesleği gazetecilik olan Bülent Ecevit, her zaman önce gazeteci, sonra politikacı olduğunu söyler, kendisini bizden biri olarak görürdü. Haberlere bir gazeteci gözüyle bakardı. Basın toplantılarında, söyleyeceklerini yalın Türkçesiyle tane tane anlatırdı. Gazetecilerin, çapraz sorularla, acımasızca en çok sıkıştırdıkları bir liderdi. Hiçbir soruya kızmaz, kaçamak yanıtla vermeye çalışmaz, gözlerinde ve yüzünde artan tikleriyle bütün konulara açıklık getirmeye çalışırdı.
Basın toplantılarına başlarken, hepimizin elini tek tek sıkar, bizlere başına sayın ekleyerek adlarımızla hitap ederdi. Yeni arkadaşlarla tanışmaya özen gösterirdi.
Süleyman Demirel
Süleyman Demirel de, çok renkli, ve gazetecilere karşı hoşgörülü bir liderdi. Haklarında zaman zaman çok olumsuz haberler yazılmasına karşın, hoşgörü, bütün liderlerin ortak özelliğiydi.
Demirel de, zaman zaman hakkında yazılan haksız haberlere kızmaz, zorunlu olmadıkça tekzip göndermezdi. Kin tutmayan, kızgınlığını belli ettirmeyen bir liderdi. Kendisine en ağır eleştirileri yönelten gazetecilerle, en yakınındakiler arasında bir ayırım gözetmezdi. Basın toplantılarında, can alıcı soruları, "Dün dündür, bugün bugündür", veya, "Bana, ülkücüler de cinayet işliyor, dedirtemezsiniz!" diyerek geçiştirmeye çalışsa da, gazetecileri azarlamayı, salonda çıkarmayı aklından bile geçirmezdi.
Bugünkü 'yandaş gazeteci' tanımına uyan bir Güngör Yerdeş ağabeyimiz vardı. Adalet Partisi(AP) yanlısı Son Havadis gazetesinde çalışıyordu. Basın toplantılarında, Demirel’e yakın oturmaya, çanak sorular sormaya çalışırdı. Onun sorularını gülümsemeyle karşılardık. Ardından, Demirel’in "Güngör, artık yeter!" şeklindeki ironik tepkisi gelirdi.
Basın Danışmanları Turgut Yılmaz Güven ve Tahir Zengingönül, parti haberlerini duyururken, bütün gazetelere ayırımsız davranırdı. Demirel’in yurt içi ve yurt dışı gezilerine her görüşten gazeteci götürülürdü.
Tahir Zengingönül'ün gözüyle Aydınlık, şaka yollu 'komünist! gazete', ben de onun 'komünist!' muhabiriydim. Genellikle akşam üzerleri telefon eder, "Komünist gazetenin, komünist muhabiri, yarın sabah bir haftalık yurt gezisine çıkıyoruz, sen geliyor musun?" diye sorardı.
Süleyman Demirel, partili arkadaşlarına ve gazetecilere karşı vefalı bir liderdi. Bu özelliğini, sık sık 'ahde vefa' sözleriyle dillendirirdi. Başbakanlık günlerinde bile, bir yakınını yitiren sıradan gazetecileri bile telefonla arar, başsağlığı diler; yeni evlenenleri kutlar, onlara hediyeler gönderirdi.
Merhum foto muhabiri arkadaşımız Yaşar Uçar’ın gıdıklanma tiki vardı. Metrelerce uzaktan elinizi ona doğru uzatsanız, "Ananı!" diye küfrederek havalara zıplardı. Bu özelliğinden dolayı gazeteciler tarafından hep ‘taciz’ edilirdi. Onun bu gıdıklanma özelliği, Demirel dahil, bütün liderler tarafından bilinirdi. Bir gün, Demirel, önemli bir toplantıdan çıkıyordu. Ses kaydı almak, fotoğraf çekmek isteyen gazeteciler ona yaklaşmaya çalışıyordu. Bir ara Yaşar Uçar, Demirel’in omuz hizasına geldi. Tam o anda, bir gazetecinin hafifçe dokunmasıyla, Uçar, "Ananı!" diye bağırarak attığı bir omuz darbesiyle Demirel’i yana savurdu. Hepimiz buz kesildik! Merakla Demirel’in tepkisini bekliyorduk. Demirel, hiçbir şey olmamış gibi toparlandı ve "Çocuklar, dokunmayın, Yaşar’ı rahat bırakın!" dedi.
Demirel’in, insanlarla bu sıcak iletişim kurma özelliğini çocukluğumdan beri bilirim. 1965-70li yıllarda, sayıları yaklaşık 40 bini bulan köy muhtarına her yılbaşı ve bayramlarda tebrik kartı gönderirdi. Babam, yılbaşı ve bayram günlerinde ilçeye gittiğinde cebinde Süleyman Demirel'den gelen bir tebrik kartıyla döner, "Bak, Demirel, bizi adam yerine koyuyor. Bana tebrik kartı göndermiş. Bizimkiler böyle şeyleri akıl edemiyor" diyordu. Sanırım, sadece bu yüzden, CHP'li olmasına karşın, Demirel’e sempati duyardı. Bu sempatisi, 1972 yılında, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in idam edilmelerine dek sürdü. O günden sonra, "Gencecik çocukları astırdı ya, artık gözümden düştü; siktir et, kalıbının adamı değilmiş!" demeye başladı...
O günlerden bugünlere...
Yaşamın birçok alanında olduğu, gazeteci ve siyasetçi ilişkilerinde tuzun kokması, Turgut Özal’ı yıllarla başladı.
O yıllarda başlayan, 'yandaş , onlar ve bizler' ayırımı gelişerek tetikçiliğe kadar ulaştı.
Hani, Recep Tayyip Erdoğan, eski günlerle bugünleri kıyaslarken, zaman zaman "Neredeeen, nereye!" diyor ya...
Gazetecilikte yaşanan bu günkü çürümüşlükleri gördükçe, soruyorum: Gerçekten de; Nereeeden, nereye!...