Bademli'nin Gülşen'i

Paydos zili çalmış, öğrenciler dağılmaya başlamıştı. Kadirli Ortaokulunun bahçesinde, öğrenci olmayan bir genç kız dolaşıyordu. On sekiz, yirmi yaşlarında, ürkek bir ceylan yavrusu gibi etrafına bakınıp duruyordu. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Ermenilerden kalma taş binanın çatısında güvercinler gürültülü sesler çıkararak uçuşuyordu. Sessizce yaklaşıp arkasında durdum. Bir tıpırtı oldu. Birden geri döndüğünde, benimle göz göze geldi, ürperdi: ‘’Baaa! Ne arıyorsun arkamda? Deli mi ne?’’ Derin bir nefes aldı, bir şey olmamış gibi: ‘’ Baksana kara çocuk, Hatice ablamı gördün mü? Öğretmenler odasında yoktu da!’’ Yanımızda başka kimse yoktu, ‘’Kara çocuk’’ dediği bendim. İçerledim bu söze. Sınıfta okumak için ezberlediğim Karacaoğlan dizelerini okudum içimden: Bana kara diyen dilber Kaşların kara değil mi Yüzümü güldüren gelin Gözlerin kara değil mi ‘’Sana Hatice ablamı gördün mü, diye sordum, sağır kulak!’’ ‘’Sen Hatice öğretmenimin nesisin?’’ ‘’Dedim ya, sarhoş musun sen?’’ ‘’Ne dedin?’’ ‘’Ölünün körünü, dedim!’’ O sırada taş binanın köşesinden Hatice öğretmenim çıkıp geldi. Bizi yan yana görünce şaşırdı: ‘’Tanıyor musunuz birbirinizi? Nerede karşılaştınız?’’ ‘’Yok abla, tanımıyorum. Seni sordum, ama bu çocuğun aklında biraz zoru var galiba, hiçbir şey anlamıyor!’’ ‘’Öyle söyleme Gülşen, o benim en iyi öğrencilerimden biri...’’ Gülşen’in gözü tutmamıştı beni, kuşkuyla izliyordu... ‘’Bak tanıştırayım seni. Bu, size sürekli sözünü ettiğim, Türkçe dersinde başarılı öğrencilerimden Ali. Eve getirdiğim şiirlerini okutmuştum size…’’ Şaşkındı: ‘’Aaaa! o şiirleri bu kara çocuk mu yazmış?’’ Yine ‘’Kara çocuk’’ dedi .. Yaylaya konup göçerler Lale sümbülü biçerler Ağalar beyler içerler Kahve de kara değil mi ( …Karaysak karayız, ne yapalım Gülşen hanım. Yayla çocuğuyuz. Kışın kar savurur, ayaz kavurur bizi; yazın güneş yakar. O yüzden karaya çalar rengimiz. Sizin gibi gölgelerde büyümedik…’’) Hatice öğretmenim, durgunluğumu fark etti: ‘’ Hayrola, dalgınsın. Canını sıkan bir şey mi oldu?’’ ‘’Yok bir şey öğretmenim.’’ diyerek geçiştirdim. Uzun Çarşı’dan evlerine doğru yürüyorduk… Hatice öğretmenim, ‘’Sen öbür yana geç. Gülşen’i aramıza alalım, elin oğlanları laf atmasın!’’ dedi bana. ‘’ Yürekleri varsa bir denesinler hele, gözlerini patlatırım valla!’’ dedi, Gülşen… Birden gözüm kaydı, rüzgârda dalgalanan uzun saçlarına, toparlacık yüzüne baktım. Suratımın ortasına bir yumruk yemiş gibi oldum birden! Sonra içimden konuştum: (‘’ Sen bir dakika dur bakalım Gülşen hanım. Laf atan olursa, yanında bostan korkuluğu değilim herhalde…’’ ) Aklımdan geçenleri sezdi sanki. Başını çevirdiğinde göz göze geldik. Gülümsüyordu. Bal rengi gözleri kurnaz ama içtendi… ‘’Abla, bu kara çocuk da bizimle eve mi gelecek!’’ ‘’Bizimle gelecek elbette. Ben davet ettim. Kabul etmek istemiyor musun yoksa? ‘’ ‘’Yok, bana göre hava hoş!’’ derken gökyüzüne baktı. Beni umursamaz görünmeye çalışıyordu.. Ama içtendi, sevecendi. Huysuzlukları beni rahatsız etmiyordu. Sonra birden değişti. Bir hüzün kapladı yüzünü. Huzursuzdu. Eve gidinceye dek konuşmadı bir daha. Belli ki bir sıkıntısı vardı. Mutsuz muydu? Karşılıksız bir sevdaya mı tutulmuştu? Bilmiyordum. Evde de yanımızda oturmadı. Başım ağrıyor, diyerek arka odaya geçti. Ruh halinden etkilendim. Ders çalışmam gerek, diyerek çayı, yemeği beklemeden kalktım, yanında kaldığım ablamın evine doğru yürüdüm. Elektrik akımına kapılmış gibiydim… Birkaç gün sonra yeniden gittiğimde karşımda başka bir Gülşen vardı. Sakinleşmişti. Coşkuluydu. Gelip yanıma oturdu. Benimle yakından ilgilendi: ‘’Şiirlerini okudum. Çok güzel hepsi… Şiiri çok severim. Ama bende öyle bir yetenek yok… ‘’ dedi. Şakacıydı da. Çayım bittikçe tazeliyor, ‘’Artık içmem’’dediğimde, ‘’ İç işte, bir çaydanlık dolusu çay yaptım, içmezsen dökeceğim’’ dedi. Ürkek, utangaç bakışlarla izliyordum onu. Rahatladım, bence, sevdalandığı biri yoktu… Gele gide artık alışmıştık birbirimize… Her yanı çiçeklerle kaplı geniş bir bahçenin içinde iki katlı şirin bir evleri vardı. Bahçenin köşesindeki salkımsöğüdün altına bir masa yerleştirmişlerdi. Yemekler o masada yeniyor. Çaylar orada içiliyor; şiirler o masada okunuyordu. 1968’li yıllardı. Eniştem Aşık Cemali’nin katkılarıyla siyasi bilincim yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Artık aşk şiirleri yazmak istemiyordum. O günlerde, gazeteler, Doğu ve Güneydoğu dağlarındaki eşkıya haberleriyle doluydu. Koçero, Hamido, Tilki Selim, Ömer Bezek… Eşkıya avına çıkan jandarmaların köylülere zulüm uyguladığı yazıyordu okuduğum dergilerde. Beni etkileyen bu haberler şiirlerime yansıyordu: ‘’ KANUN Boz boz bir bölük jandarma Kanun! Kanun! Ağanın çalımı, Muhtarın düttürüsü, Kanun babam, kanun!… Yukarı çık, Kanun! Aşağı in, Kanun! Şunu yapma, Kanun! Bunu yap, Kanun! Bu kadar da olmaz ki, A benim canım...’’ Gülşen, siyasetle ilgilenmiyor, aşk şiirlerime daha çok ilgi duyuyordu… Sınavları vermiş, ortaokulu bitirmiştim. Ortaokulu ablamın yanında okumuştum. Liseye Ankara’da, ağabeyimin yanında başlayacaktım. Vedalaşmak için gittiğimde, Gülşen, ‘’Kadirli’de lise açıldı, burada da okuyabilirdin.’’ dediğinde, içimden bir tel koptu sanki. Bu, masum bir soruydu elbette. Ama, etkilenmiştim bu sözlerden… Veda pastasını masaya koyarken, ‘’Bak, bunu ben hazırladım, bak bakalım beğenecek misin?’’ dedi. Adını anımsamadığım öğretmen bir kadın arkadaşı, Rıza Polat Akkoyunlu’nun o duygu yüklü şiirini okudu: ‘’GÜNEYLİME MEKTUPLAR.. Güneydeyim artık, Üstümde palmiyeler, Üstümde karabiber ağaçları!.. Dem çeken kumrularıyla Adana Parkı! Dudaklarımda senden kalma bir şarkı: 'Ne müşkülmüş seni sevmek, sana yâr olmak.' Söyleyemiyorum ötesini, Söyleyemiyorum. Bu yıl da böyle geçecek diyorum, Yine sensiz, Senden uzak... Ağlamak geliyor içimden öğretmenim, Ağlamak.. (...) '' Gülşen, gitar çaldı, o hüzünlü yüzünü büründü yine, dokunaklı sesiyle şarkı söyledi: Sen uzaklarda değil/ Damarımda kanımsın/ Ben sensiz yaşayamam/ Hayatımsın, canımsın. Kafamda kuşkulu sorular uçuştu yine. Kimdi onsuz yaşayamayacağı o uzaklardaki kişi? Söylediği, o günlerin moda bir şarkısıydı oysa.. Kasete kaydettiğim o sesi Ankara’da, yıllarca dinleyecektim… Hüzünlü bir vedalaşmamız oldu! Ayrılırken elimi tuttu, ‘’İnsan unutandır Ali. Büyük kente gittiğinde unutacaksın bizleri, buraları’’ dedi. Eli sımsıcaktı… *** Ben Ankara Atatürk Lisesine giderken, Gülşen, Maraş Öğretmen Okulu’nda okuyordu. Mektuplaşmaya başlamıştık. Okulu bitirdikten sonra Türkoğlu ilçesinin Bademli Köyü’ne atandı. ‘’Bademli’nin Gülşen’i’’ adını vermiştim ona. O da kendisine ‘’ayrık otu’’ diyordu; aksi, dik kafalı, inatçı anlamında…

‘’BADEMLİ’NİN GÜLŞEN’İ ‘’

Dışarıda bir gürültü var… ‘’Bademli’nin Gülşen’i’’, üzeri toprakla örtülü köy evindeki yatağından uyandı. Gece çok yağmur yağmıştı. Evin içi soğuktu. Akşamdan açık bıraktığı gaz lambasını söndürdü. Bir tıkırtı geldi kulağına. Ürperdi. Evin içinde fare mi dolaşıyordu. Tıkırtının geldiği yöne baktı. Toprak dam akıyordu. Bugün güçlü iki öğrenciyi görevlendirip damın üzerine toprak ilave ettirdikten sonra loğlatmalıydı. Dışarıdaki gürültüler çoğaldı. Köylü milleti uyanmaya başlamıştı. Yataktan doğrulurken, gözlerini kapının arkasındaki budaklı meşe sopasına dikti; ‘’Kafalarını kıracağım bunların!’’ dedi, öfkeyle! Çabucak giyindi, bir şey yemeden dışarı çıktı. Elinde meşe sopasıyla kapı kapı dolaşıyor, köylülerin, küçük yaşta kocaya vermek için okula göndermedikleri kız çocuklarını toplayıp sınıflara doldurmaya çalışıyordu. Çamur içindeki ayakkabılarıyla kapıları tekmeliyor, karşısına çıkan babalara, sopa göstererek, kolundan tuttuğu kız çocuklarını dışarıya çıkarıyordu. Biraz uysal davransa, iş, güç bahane edilerek erkek çocukları da okula göndermeyeceklerdi. Köyün en aksi adamı Kır Ökkeş’ti. Okula gidecek yaşlarda iki kız çocuğu vardı. İkisini de okula göndermek istemiyordu. Biraz üzerine gidildiğinde bağırıyor, çağırıyor, malamatlık çıkarıyor, tehditler savuruyordu. Önce bu kır domuzun hakkından gelmeliydi. Ona karşı etkisiz kalırsa, diğerleri de ondan güç alarak çocukları okula göndermeyeceklerdi. ‘’Ökkeş emmi!’’ diye bağırarak kapıya bir tekme savurdu! Kanatlı kapı, gümbürtüyle sonuna dek açıldı. Ocağın başında tütün saran Kır Ökkeş, korkuyla kapıya fırladığında eşikte burun buruna geldiler Gülşen, elindeki sopayı öfkeyle havada sallıyordu: ‘’Çabuk Ökkeş emmi, çabuk! Kızların ikisini de hemen şimdi önüme katıp, okula göndereceksin! Yoksa beynini parçalarım senin!’’ Adam şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Kızdı, ama öğretmenin bu özgüvenine de hayranlık duydu. Ufacık tefecik bir şeydi, ama çok yamandı! Ökkeş’i, sinirli bir gülme tuttu: ‘’Bacım, sen şer misin, bela mısın? Şimdi jandarmaya gidip şikâyetçi olsam, ‘haneye tecavüz’den bileklerine kelepçe vurdururum senin!...’’ ‘’ Git, istediğin yere şikâyet et! İstersen Ankara’da Süleyman Demirel’e şikâyet et! Ecevit’e dilekçe yaz!... Şu andan tezi yok, hemen şimdi kızları katacaksın önüme!’’ Köstekli saatine baktı Kır Ökkeş. O gün banka kredisi almak için ilçeye gidecekti. Gitmişken bu yaban keçisini de Kaymakam’a bir güzel şikâyet etmeliydi. Gülşen, kızları ikisini de yanına alıp okulun yolunu tutarken, arkasından homurdandı: ‘’Seni askerlik yaptığım Şırnak’a sürgün ettireyim de gör halini!...’’ Gülşen ve kızlar köyün orta yerine geldiklerinde, Topal Duran, okul çağındaki kızı Çilli Emine ile karısını kağnıya bindirmiş tarlaya götürüyordu. Gülşen, arkadan sessizce yaklaştı, kızı bileğinden tutup kağnıdan aşağıya çekti. Kızın şaşırdığını görünce, ‘’Korkma güzelim, korkma bitanem, seni okula götüreceğim. Okuyup kurtulacaksın bu çileli hayattan!’’ Kız, irkiciklendi. Annesi ona gözlerini kırparak arkadan itekledi; ‘’Git kız, iki harf öğrenir, Çöttü Bekir’in dölüne mektup yazarsın hiç olmazsa! Tarlada fazla iş yok, ben babanla idare ederim.’’ Topal Duran, dönüp arkaya baktığında, Gülşen, kızı da yanına almış uzaklaşıyordu. Kır Ökkeş, atın üzerinde düşüne düşüne gidiyordu. Okulun hizasına geldiğinde atın gemini çekip yavaşlattı, ‘’ Görürsün sen yaban keçisi!’’ diyerek kafa salladı. Gülşen, dersteydi, görmedi onu… Kır Ökkeş, ilçeye doğru ilerlerken, kaymakama söyleyeceklerini sıraya koydu kafasının içinde: ‘’ ( Kaymakam beyim, bu kız, öğretmen değil bir baş belası!...Elinde meşe sopasıyla kapı kapı dolaşıyor. Vatandaşı tehdit ediyor. Hemi de en birincisinden Moskof!… Okulda çocuklara kominislik öğretiyor. Köyün kadınlarına, ‘Siz köle değilsiniz, kocalarınıza boyun eğmeyin!’ diyor. Bak! Bak! Karıları bize karşı isyana çağırıyor! Ondan sonra, söylemesi ayıp, yağa girince karılar sırtını dönüyor bize!…).’’ Yok yok, ‘’kominis’’ dememeliydi. ‘’ ( Götürüp hapse atarlar, mesleğini elinden alırlar, yazık olur mor belikli yavruma!…)’’ Daha ölçülü sözler düşündü: ‘’( Kaymakam beyim, bu kız, keçi sütü emmiş, tam bir eşkıya yavrusu! Soyu, sopu araştırılsın, sülalesinde mutlaka bir, iki eşkıya vardır!’’ Banka müdürü kredi vermede zorluk çıkardı: ‘’ Ökkeş ağa, eli boş tin tin çıkıp gelmişsin. Hiç olmazsa insan bir sepet taze yumurtayı getirmeyi akıl eder!’’- ‘’Tüh! Tüh! Hiç akıl edemedim müdür bey! Köyün yaban keçisi öğretmeni bizde akıl mı bıraktı! Pek iyi olurdu ya, at sırtında sepetle yumurta taşımak zor olmaz mıydı?’’ ‘’Nesi zor Ökkeş ağa, sepeti heybeye koyar getirirdin. Çobanın gönlü olduktan sonra tekeden süt sağar. Bankacılık işleri de iyice zoraldı. Her şeye zam üstüne zam geliyor. Faizler kurtarmıyor; fazla kredi vermeyin, diyor yukarıdakiler… ‘’ ‘’ Gözünü seveyim müdür efendi, taksitlerini ödeyemezsem traktörümü elimden alırlar. Şu kredi işimi bir hallet, bayramda sana kurbanlık koç getireceğim, söz!...’’ Partiden adam bulup kredi işini hallettirinceye kadar göbeği çatladı Kır Ökkeş’in. Kaymakamlığın önüne geçerken atını yavaşlattı; sonra karar değiştirdi, kırbacı atın kaba etinde şakırdattı: ‘’Haydi bakalım Düldül’üm, akşam yaklaşıyor. Yolcu yolunda gerek. Kkaranlığa kalmadan köye kavuşmalıyız. Bir de Kaymakamla cangamaya girmenin nüzümü yok şimdi!’’ Doğru düşündüğüne inandırdı kendini: ‘’ (Boş ver şincik, büyüklük sende kalsın Ökkeş ağa. Devlet adamıyla, bir de kadın milletiyle uğraşılmaz. Her daim zararlı çıkarsın sonunda.. Şikaat etsen de eline ne geçecek? Kaymakam, ‘ Nedir şikaatın Ökkeş ağa?’ diye sorduğunda ne diyeceksin? ’Öğretmen hanım kızları zorla okula götürüyor!’ mu diyeceksin? Banka müdürünün onca çalımından sonra, bir de Kaymakamdan azar işiteceksin. Sana kapıyı gösterecek, ‘yürü haydi işine!’ diyecek, itin götüne sokup çıkaracak!.. Bak, bir krediyi bile zor çıklardın! Git evine otur, baklanı ye. Al Avşar kızını koynuna, eyleş dur. Fazla cangama çıkarma! Zaten kış yaklaşıyor. Fazla iş, güç de kalmadı. Kızlar, yaza kadar gitsinler okula. Hiç olmazsa adlarını yazmasını öğrenirler, bizim gibi devletin kağıtlarına parmak basmaktan kurtulurlar…)’’ Köye döndüğünde karanlık çökmek üzereydi. ‘’Bademli’nin Gülşen’i’’, kapının önünde, baltayla odun doğruyordu. Havadaki yağmur yüklü bulutlara baktı Kır Ökkeş, ‘’ Soba yakmanın da tadı geldi artık’’ dedi. Attan indi, hayvanın kaba etine bir şaplak kırbaç indirdi;‘’ Haydi bakalım Düldül’üm, doğruca eve!’’ dedi. At, kişneyerek evin yolunu tuttu. Kır Ökkeş, odun kıran Gülşen’e doğru yaklaştı. Gülşen, Kır Ökkeş’in kendisine doğru geldiğini görünce irkildi. Baltanın sapını iki eliyle sımsıkı kavradı, geriye doğru çekildi. ‘’ Korkma güzel kızım, korkma mor beliklim. Benden sana kötülük gelmez. Yardım edeyim, dedim; ver baltayı, odunları ben doğruyayım! ‘’ Gülşen, öfkelendi: ‘’ Git işine Ökkeş emmi! Sen, kızların okula gelmesini engelleme yete! Ben, işlerimi kendim hallederim! Odunumu da kırarım, gerekirse adamın kafasını da kırarım!’’ ‘’( Yabanın keçisi, baltayla kafamı parçalayacakmış!)’’ diyerek söylendi önce. Sonra, alttan alma gereği duydu; ‘’Yanlış anlama güzel yavrum, yurdunu, yuvanı bırakıp gelmişsin. Allahın siktir ettiği bu dağ başında çocuklarımızı adam etmeye çalışıyorsun. Velakin, biz senin kıymatını bilmiyoruz. Bütün kabahat bizde.’’ diyerek uzaklaştı. Birkaç adım attıktan sonra bir şey söylemeyi unuttuğunu anımsadı. Geri döndü: ‘’Seni Kaymakama şikâyet etmedim, habarın olsun! Mor belikli kızımı şikaat etmek, bu yaştan sonra Ökkeş emmine yakışmaz!’’ ‘’Bademli’nin Gülşen’i’’, Kır Ökkeş’e yanıt verme gereği duymadan kırdığı odunları kucaklayıp içeri götürürken bir çift beyaz güvercin gelip kondu evin saçağına. Gözleriyle onları severek, ‘’Güzellerim, acıktınız mı, durun size yem getireyim ’’ dedi. Yakakkabıların yanındaki torbadan bir avuç buğday alıp evin önüne serptikten sonra kapıyı arkadan kilitledi, gaz lambasını yaktı… *** ‘’Bademli’nin Gülşen’i’’ o köyde üç yıl daha görev yaptı. Kır Ökkeş’in kızları, ilkokulu bitirdikten sonra hemşire okulunu kazandılar. Topal Duran’ın Çilli Emine, ilkokuldan sonra okumadı. Çöttü Bekir’in oğluyla evlenip çocuk yaşta çoluk çocuğa karıştı. Askere giden kocasına bol selamlı mektuplar yazdı. Köyün erkek çocukları, ilkokuldan sonra, ortaokula, liseye gittiler. Büyük kentlerde üniversitelerde okudular… *** Gülşen’le mektuplaşmamız sonraki yıllarda sürdü… Gitar çalmasını geliştirmiş, dağ köylerinde derlediği ağıtları, türküleri söylüyordu artık. Uzun süredir görev yaptığı köy öğretmenliğinden bıkmaya başladı. Yaşamına bir yenilik katmak, müzik bilgisini geliştirmek için Gazi Eğitim Enstitüsü’nün müzik bölümünde okumaya karar verdi. Sınavlara girmek için Ankara’ya geldi. O yıllarda ben, yine bilmem kaçıncı kez işsizdim. Gülşen’e yazdığım mektupların birinde o günleri şöyle anlatmışım: (‘’ Ankara, Aydınlıkevler’de, Kadirli’li tanıdık bir ailenin yanında kalıyordun. Saatlerce yaya yürüyüp her gün yanına geliyor, uğraman gereken yerlere birlikte gidiyorduk. İşsiz olduğumu bildiğinden, bana para harcatmamak için oturup bir yerde bir bardak çay dahi içmiyordun. Bazen Aydınlıkevler’den Ulus’a dolmuşla geliyor, yeniden dolmuş parası vermemek için oradan Kızılay’a dek yürüyorduk. Yan yana dolaşırken, rüzgâr, uzun, siyah saçlarını yüzüme savuruyordu. Yağmurlu bir günde sinemaya gitmiş, ‘’Yağmurla Gelen Adam’’ adlı filmi izlemiştik. Yanında otururken nefesimi tutmuş, senin nefes alışlarını dinlemeye çalışmıştım. Sınava girdiğin gün, öğle saatlerine dek okulun önünde bekledim. İçeriden asık suratla çıktın. Anlamıştım, sınavı kazanamamıştın. Ben bir şey sormadım, sen de söylemedin. Saatlerce tek sözcük konuşmadan yürüdük.… Telaş içindeydin. Acele etmen, gitmen gerektiğinden söz ediyordun. Çabucak hazırlandın. Otogarda vedalaşırken, son bir şeyler söyleme gereği duydun: ‘’ Sen çok değişmişsin Ali. Kadirli’den benim tanıdığım o ‘kara çocuk’ değilsin artık!’’ dedin. Bunları niçin söylediğini anlıyordum. Belli ki, bir beklenti içinde olmamı istemiyordun. Yollarımızın kesişmesinin olanaksız olduğunu söylemeye çalışıyordun… Birbirimize, ‘’Yazışmayı sürdürelim, birbirimizi yitirmeyelim!’’ dedik umutsuzca. Bunların boş sözler olduğunu biliyorduk. Büyü bozulmuş, kristal vazo ne zaman, nasıl kırılmıştı, bilmiyorduk. Sonraki mektuplarımızdaki sözcükler yavan ve zorlamaydı artık. Yitirdiğimiz o coşkuyu yakalayamıyorduk artık. Ne olmuştu bize, düşünüyor, bulamıyorduk… Derken 12 Eylül askeri darbesi geldi. Ben, o karabasan günlerde boyutlarını kavrayamadığım bir anaforda sürükleniyordum. O toz duman içinde, kendimi, seni, her şeyi unutmuş, bir yerlerde kaybolmuştum. Mektuplaşmamız sona ermişti ayırtına varmadan. Yıllarca haber alamadık birbirimizden. Ülkedeki idam sehpaları, kan ve barut kokuları arasında yitirdik birbirimizi. Yeniden bulduğumuzu sandığımızda ise iki yabancıydık; biz, o eski ‘’biz’’ değildik artık... Bilgisayar tuşları üzerinden yeniden yazışmaya çalışmamız da umutsuzca bir çabaydı. Yazdıklarımızda, gaz lambasının ışığında, göz nuruyla yazılmış o eski mektupların tadı ve kokusu yoktu. Bilgisayar tuşları üzerindeki her şey yalandı, sanaldı… Köprülerin altından çok sular geçmişti ve o suları geriye döndürmemiz mümkün değildi. Biz, ne olup bittiğini kavrayamazken, yaşamı acımasız oyununu sürdürüyordu. Şair Yılmaz Odabaşı, ‘’Tükenişi bir aşkın/ bir nehrin tükenişine benzer ‘’ diyor. Biz, ne deniz olabilmiş, ne nehir kalabilmiştik… Yazar Mehmet Eroğlu da, “Issızlığın Ortasında” romanının bir yerinde şunları söylüyor: “Bir gün geriye dönüp her şeye yeniden başlamak istediğinde, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını kavrayıveriyorsun…” Elveda  ‘’Bademli’nin Gülşen’i…’’! ali.nergis@gmail.com