Allah korkusu mu, emeğe saygı mı?

Hırsızlık yapan kişi kameradan veya polisten korkuyor ama Allah’tan korkmuyor. Kamera onu durdurabiliyor ama günah kavramı durduramıyor. Neden? İnançlı olmadığı için mi? Bütün hırsızlar ateist mi?

Yolsuzluk yapan kişi yakalanıp ceza almaktan çekiniyor ama ne cennet vaadini ne de cehennem tehdidini umursuyor. Neden? Bütün yolsuzlar da mı ateist?

Örneğin Türk-İş Başkanı mikrofonun açık kalmasından korkuyor ama Allah’tan korkmuyor. Yoksa o da mı inançsız biri? Mikrofon kapandığında Allah da duyamıyor mu acaba?

İsraf yapan kişi, bu israfın ortaya çıkıp sergilenmesine bozuluyor ama günaha girmekten hiç çekinmiyor. Neden?

Böyle yüzlerce, binlerce örnek verebiliriz. En büyüğünden en küçüğüne bütün hırsızlar, yolsuzlar, hak yiyenler, zulmedenler vb. son derece sekülerdirler. Dünyevi tehditlerden çekinirler ve dünyevi tedbirler alırlar. Öte dünya sorgusu umurlarında bile değildir, akıllarına bile gelmez.

Demek ki sömürü, zulüm ve egemenlik dünyası en radikalinden “laik” bir dünyadır. Suç işleri ile din işleri birbirinden tamamen ayrılmıştır.

Kısacası, gerek tarihte gerekse günümüzde, “Allah korkusu”, “öte dünya sorgusu”, “cennet vaadi”, “cehennem tehdidi”, “günah” gibi kavramların daha iyi ve daha ahlaklı olup olmamamız üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. Şeriat düzeninde bile hırsız, Allah’tan değil, elinin kesilmesinden korkar. Bunu egemenler çok iyi bilir; aslında halkımız da bal gibi bilir.

Bu gerçeği şimdiye kadar bilince çıkaramadıysak bile, ülkemizde Siyasal İslam’ın iktidar olduğu ve İslamcılığın ideolojik hegemonyasının yaşandığı şu 20 yıl içinde kavramış olmalıyız. Adaletsizlik, hukuksuzluk, liyakatin göz ardı edilmesi, kayırmacılık, çift standartlılık, israf, yiyicilik, yalan-dolan, komplo-kumpas, zulüm vb. her zaman vardı. Ama son yıllarda… Dincilik arttıkça bunlar da arttı; ilginç değil mi?

Her türlü inanç demeyelim ama “din” olgusu koskocaman bir ambalajdır. Sınıflılığın ve sömürünün ambalajı… İlginç ama son dönemde, dünya çapında bu ambalajın orasından burasından patladığını, etkisini yitirdiğini görmekteyiz. Bilimsel düşünce biçiminin yaygınlaşmasından değil, tam tersine dinsel düşünce biçiminin yaygınlaşmasından kaynaklanıyor bu durum. Nasihat-musibet diyalektiğinin sonucu da diyebiliriz. Dünya yine de dönüyor ve din bir türlü ona yetişemiyor. (Biz Marksistler, din olgusunun sömürü olgusunun ortadan kalkmasıyla sönümleneceğini söyleriz öteden beri. Ama böyle giderse, galiba din, en azından semavi dinler, sömürüden önce tarihe karışacak!)

***

Peki, Allah’tan bile korkmuyorsak nasıl “ahlaklı” ve “iyi” olacağız? Gaza veya frene basmamızı ne sağlayacak? Teknoloji mi? Öyle bir gözetim mekanizması kurarsın ki, şıp diye tespit edersin suçu (ahlaksızlığı, kötülüğü) örneğin… İnsan zekası beceremiyorsa “tarafsız” yapay zekayı gündeme sokarsın örneğin… Çözüm bu mu? Allah yerine Big Brother!

Modernite, en basit tanımıyla, insanın kendi kaderini kendi ellerine almasıdır. Burjuva Modernitesi de böyle çıkmıştı yola. Ama burjuvazi, giderek (sistemini yerleştirdikten sonra) baktı ki Modernite ona ters. Yine Allah’a ve -ek olarak- teknolojiye sığınma yolunu seçti. Yani “insanüstülüğe” döndü yeniden.

Oysa çok kadim (yani antropolojik), çok insani, çok doğal ve cinsiyetçi olmayan bir kriterimiz var: Emek. Allah dahil her şeyin yaratıcısı. Üstelik bize ait olduğu için, içsel olduğu için korkmamıza da gerek yok. Yani “emek korkusu” diye bir kavrama ihtiyaç yok. Sadece sahip çıkalım, koruyalım ve saygı duyalım, yeter…

İnsanı “iyi” ve “ahlaklı” yapacak tek kriter “emek saygısı”dır. Birey de olsak, toplum da olsak… Emeğe saygı, birey-toplum çelişkisinin de çözümüdür, insan-doğa çelişkisinin de… Sömürüyü zaten tanımı gereği dışlar.

İnsan emek ürünüdür, emek ile insan olmuştur. Tasarı yeteneğimiz çok geniş olabildiği için, emeğimizin bu tasarıma yetmediği noktada, boşluğu inanç ve büyü ile doldurmuşuz. İnanç ve büyüye de kafa emeği ürünleri olarak bakabiliriz aslında. Sınıflılık öncesinde insanın veya insan topluluğunun üzerinde değildi onlar; insanın bir tür uzantısı/aracı durumundaydılar.

Ne zaman ki (ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen biçiminde) sınıflara bölündü insanlık, ne zaman ki emeğinin ve emek ürününün bir bölümüne el konulmaya başlandı, bu el koyma olgusunun ambalajı olarak ortaya çıktı tanrılar ve egemenlerin ideolojisi olarak dinler. Dolayısıyla emeğe el koyanlar (egemenler, zalimler, hırsızlar, yolsuzlar) Allah’tan korkmaz. Niye korksunlar ki? “Allah korkusu” emeğine el koyulanlar içindir; el koyma eylemine isyan etmesinler diye vardır.

Kısacası, insan emeğinin bir kısmı ondan koparılarak “insanüstü” haline getirilmiş ve ona karşı bir silah (devlet, tanrı, din, sermaye, vb. şeklinde) olarak kullanılmaya başlanmıştır. Küresel kapitalizm çağında teknoloji de “insanüstü” yapılmak, insan emeğinden koparılmak isteniyor. Bilimciler bu “sözde laik” tuzağa da düşmemeli.

“İnsanüstü” dediğimiz her şeyin aslında insan emeğinin ürünü olduğunu kavradığımız ve emeğimizi tekrar bütünleştirmeye çalıştığımızda “tam insan” olma (“ahlaklı” ve “iyi” olma da diyebiliriz) yolunda da önemli bir adım atmış olacağız.

Başka bir konu ama geçerken değinelim: bu durumda insan-doğa çelişkisi de sona erer mi? İnsan türü var oldukça sona ermez elbette. Ama bu çelişki doğanın -deyim yerindeyse- “iç çelişkisi”dir. Bu çelişkiyi “uyum” değil de “savaş” yöntemiyle çözmeye çalışırsak, emin olalım o savaşın sonu bellidir. İnsan da dahil hiçbir varlık “doğaüstü” ve “doğadışı” değildir.

Biz emeğimizle insan olduk ve doğanın bir parçasıyız. Ne “insanüstü” bir şey var, ne de “doğaüstü”. Eğer “iyilik” ve “doğruluk” diye kavramlar olacaksa, onun temelinde bu kavrayış yatar.