AKP’nin bitmeyen “Kurtuluş Savaşı”na MGK desteği

Yayın tarihi: 27 Kasım 2021 Cumartesi 5:59 pm - Güncelleme: 27 Kasım 2021 Cumartesi 6:00 pm

Son günlerde kurlarda yaşanan tarihi yükseliş ve dalgalanma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu gelişmeleri olumlu bulduğu açıklaması sonrası zirveye ulaştı. Erdoğan 22 Kasım’da yaptığı açıklamada yaşanan karmaşayı “ekonomik kurtuluş savaşı” olarak nitelendirdi, mevcut iktisat politikalarını eleştiren uzmanlara da “mandacı iktisatçılar” dedi. Bu açıklama öncesinde 11,20 civarında olan dolar/TL kuru çok hızla yükselişle 13.50 TL’ye kadar çıktı. Daha sonraları 12 TL seviyelerine dek düşen doların seyrindeki belirsizliğin piyasalarda yarattığı şok etkisi hala devam ediyor.

Ülkedeki her kritik dönemde her ne yapıyorlarsa Erdoğan bunlara “Kurtuluş Savaşı” payesi vermeyi seviyor. Ancak anlaşılan o ki, onların verdiği “kurtuluş savaşı” bizim bildiğimiz, ülke kurulurken yürütülen ve üç yıl süren gerçek kurtuluş savaşından çok farklıymış! Onların savaşları yaklaşık yirmi yıldır sürüyor ve zaferleri pek mümkün görünmüyor!

Bilindiği gibi, Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin önemli dönüm noktaları olan ulusal günler olan milli bayramları kutlamamak için her sene farklı bahaneler uyduruyorlar. Ancak en sıkıştıkları anlarda mevcut durumlarını hemen (pek de haz etmedikleri bilinen) Mustafa Kemal dönemi Türkiye’sine ve onun başlatıp yürüttüğü kurtuluş mücadelesine benzetmeleri enteresan değil mi?

Peki, Erdoğan neden her sıkışık dönemde toplumu bir savaş ve kurtuluş mücadelesi çerçevesinden iknaya çalışıyor, bunu anlamaya çalışalım biraz.

20 Yıldır Bitmeyen “Kurtuluş Savaşı”

Anımsarsınız, 2020’de Pandeminin başladığı ilk aylarda ülkede yaşanan ekonomik sıkıntının sorumluluğunu üstlenmeyip “biz bize yeteriz” diyerek topluma “iban” numarası vermişlerdi. Üstelik faturayı millete kesme cinliklerini de “Tekâlif-i Milliye” (Kurtuluş savaşında çıkartılan Ulusal Yükümlülük Kanununa) benzetmesiyle sunmuşlardı.

Milli mücadelenin saygın algısından güncel siyasetlerine pozitif kavram transferi gibi bir siyasal iletişim çabasına sık sık ihtiyaç duyuyorlar. Ancak bu benzetimin gerçeğe hiç uymadığı ve hatta biraz komiğe kaçtığı görülüyor. Çünkü bir tarafta mutlak yokluklar içinde küllerinden doğan bir ulusun kurtuluşu için topyekûn seferberlik varken, bu tarafta dünyanın sürekli kıskandığı söylenen ve her daim kanatlanıp uçmaktan ayakları yere değmeyen bir AKP Türkiye’si var!

“Sürekli varoluş ve kurtuluş savaşı veren bir ülkeyi tüm dünya neden kıskanıyor olabilir ki?” ya da “hep şahlanan ve uçan bir ülke aynı zamanda neden kurtuluş savaşı veriyor olsun ki?” gibi mantıklı soruların yanıtını beklemeyin! Bu “savaştayız” benzetimlerini olsa olsa, iktidarın kendisini sık sık ne kadar zorda hissettiğinin örtülü bir ifadesi veya itirafı olarak anlamlandırabiliriz ancak.

Yeni Ekonomi Politikalarından Beklentiler ve Gerçeklik

Erdoğan Merkez Bankasına baskı yaparak politika faizlerini düşürdü ve bu oranın yılsonunda yüzde 14’e kadar düşürüleceği söyleniyor. Saygın ekonomistler bu tutarsız kararların altında (iktidar tarafından) ne tür beklentilerin olduğunu ve bu planlarının neden tutmayacağını da şöyle açıklıyorlar:

Birinci Beklenti; Faizler düşürülünce ve bunun sonucunda kurlar yükselince (örtülü devalüasyon ile) Türkiye yabancı yatırımcılar açısından çok daha cazip hale gelecek. Dolar bazında değeri iyice düşen borsa hisselerini ve mevcut diğer varlıkları kolayca satın alabilecekler, ayrıca yeni yatırımlar yapacaklar. Böylece ülkeye girecek bol dövizle ekonomimiz canlanacak; üretim, istihdam ve refah artacak.

Gerçeklik; Yabancı sermaye sadece mevcut varlıkları çok ucuzladığı için bir ülkeye yatırım yapmıyor. O ülkede güven ve istikrarın bulunmasını, bunun sağlanması için de hukukun işliyor olmasını temel öncelik sayıyorlar. Türkiye’den yabancı yatırımın tümüyle çekilmesinin sebebi de zaten bu güvensizlik ve belirsizlik olduğu biliniyor. Bu alanlarda durumun daha da kötüye gittiği ekonomik ve politik bir ortamda paralarını getirerek neden riske girsinler?

İkinci Beklenti; Devlet bankalarının düşük faizli kredileri ile iç yatırımlar çoğalacak; devamında üretim, istihdam, ihracat ve döviz girdisi artacak. Döviz artınca değeri düşecek ve kurlarda dengeleme sağlanacak.

Gerçeklik; Faizlerin talimatla düşürülmesi ile yatırımların çoğalacağı varsayımı boş bir hayaldir. Sanayici ve esnaf zaten gırtlağına kadar borçlu durumda. Yakın ve uzak geleceğin öngörülemediği, her alanda güvensizlik ve belirsizliğin hâkim olduğu istikrarsız bir ortamda yatırımcılar riske girip neden borçlansın ve yatırım yapsın? Olur da ucuz faizli krediye ulaşanlar olursa, bunlar da bu paraları daha risksiz gördükleri dövize yatırırlar. Nitekim daha önceki faiz düşürülmesi dönemlerinde de bunlar yaşanmıştı.

Üçüncü Beklenti; Faizlerin düşürülmesi sonucunda döviz değerlenince ithalat azalacak. İhracat da zaten arttığı için dış ticaret açığı (cari açık) azalacak. İçerdeki döviz artışı sonucunda kurlar dengeye gelecek, ülkede bolluk ve refah artışı olacak.

Gerçeklik; İhracatlarını artırıp ithalatı düşürerek cari açık sorununu giderebilen ülkeler, üretim çeşitliliği olan ve ithalatı bir şekilde sınırlayabilme kapasitesi olan ülkelerdir. İthalatı azaltırken, içeride kendi ürettikleri malları bunun yerine koyabilen ABD ve Çin gibi ülkeler bu kabiliyete sahipler. Ancak Türkiye maalesef böyle bir ülke değil, ihracat için gerekli ara ve yatırım malları üretiminde tümüyle ithalata bağlı bir ülkeyiz.

Sonuçta; İktidara göre bu kararlar sonrasında ülke ekonomisi mevcut darboğazdan çıkacak ve (dönemsel de olsa) ekonomik refah yaşanacak. Böylesi bir rahatlama döneminde de derhal seçimlere gidilecek, iktidarın gidişi bir beş yıl daha ötelenecek diye umuyorlar. Saygın ekonomistler ise, iktidarın gerçekleşmesi olanaksız varsayımlar üzerinden bir maceraya girdiklerini söylüyorlar. “Bu kararlar, ülkenin içinde olduğu ekonomik istikrarsızlığı ve yoksulluğu daha da artırmak dışında bir sonuç vermeyecektir” diyorlar.

Politize Olmuş MGK’dan İktidara Destek

MGK’nın temel görevi; dış ve iç tehditler konusundaki gelişmeleri takip etmek, analizler yapmak ve siyasal iktidara tavsiye niteliğinde görüş ve öneriler sunmaktır. Nitekim 25 Kasım tarihli son toplantıda da bunlar yapıldı. Ancak bu toplantıda alınan bir karar Türkiye’nin demokrasi tarihine ibretlik bir vesika olarak geçti.

Son MGK kararının 2.paragrafında şu analiz yapılmış; “Türkiye’nin inşa ettiği sağlam altyapı üzerinde, hedeflerine uygun şekilde yatırım, üretim, istihdam ve ihracat odaklı ekonomi politikalarını hayata geçirme sürecinde karşılaştığı ve karşılaşabileceği sınamalar ile tehditler değerlendirilmiş, cumhuriyetimizin 100. yılına her alanda olduğu gibi iktisadi olarak da güçlü şekilde ulaşma kararlılığı teyit edilmiştir” denilmiştir.

Muhtemelen sarayda yazılıp bu karara eklemlenmiş olabileceği değerlendirilen bu cümleyi dikkatlice okuduğumuzda şunları anlıyoruz. MGK gibi güvenlik odaklı bir devlet kurumu AKP iktidarının ekonomi politikalarının “yatırım, üretim, istihdam ve ihracat odaklı” olduğundan emin olmuş. “MGK, iktidarın politik kararlarının arkasında “devlet” olarak duracak ölçüde etki altına mı girdi?” sorularına açık hale gelmiştir.

AKP iktidarlarında devlet ve siyasal iktidar zaten uzun zamandır “tek ve bir” hale gelmiş gibi sunuluyordu. İktidarın politik kararlarına karşı gösterilecek itirazları “milli güvenliğe karşı sınama ve tehdit” olarak göreceğini açıklayan MGK da, devlet ve hükümeti artık bir olarak gördüğünü mü ortaya koymuş oldu acaba?

Parti-Devleti Anlayışının Resmileşmesi mi?

Demokrasilerde asla olamayacak parti-devleti durumunun AKP siyasal tabanı tarafından kabul görmesi bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak bu dayatmanın yüz yıllık Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüzel kişiliği tarafından da kabul edilmiş gibi görünmesini anlamak ve kabul etmek mümkün değildir.

Siyasal iktidarlar seçimlerle gelirler, ülkeyi anayasal prensipler çerçevesinde yönetirler, seçmen istemezse oyları ile bir başka partiyi iktidara getirir. Bu süreç böyle sürer gider ve buna da tüm dünyada “demokratik siyasal sistem” denilir.

Erdoğan’ın tüm politik tercihlerini “milli mesele” veya “devlet kararı”, bazen de bir “kurtuluş savaşı”nın gerekleriymiş gibi sunduğu, bunlara bu şekilde bir devlet meşruiyeti kılıfı sağlamaya çabaladığı ortadadır. Bu siyasal iletişim taktiği kendi tabanlarında kabul görse de, politik kararlar sonuçta devlet kararı sayılamaz ve pekâlâ eleştirilebilirler. Halkın bu karar ve uygulamalara itirazını sokaklar dâhil her tür mecrada dile getirmesi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de halen anayasal demokratik temel bir haktır.

Son tahlilde MGK’nın bu açıklaması, iktidar politikalarına yönelik demokratik itirazların ülke için “tehdit” olduğunun dayanağı olamaz, ancak bu karar MGK’nın siyasallaştığını ve AKP yanında durduğunu kanıtlamaya hizmet eder.

İktidarlar kendi politikalarını devlet kararı gibi sunmak ve bunlara MGK gibi kurumlar üzerinden meşruiyet devşirmek isteyebilirler. Ancak bu çabalar, hükümetlerin ekonomi dâhil her alandaki tercihlerinin demokratik itirazlara açık siyasi kararlar oluğu gerçeğini değiştiremeyecektir.