AKP’den istifa eden Mustafa Yeneroğlu, kimi ziyaret etmesi gerektiğini söyleyince Erdoğan tepki gösterdi? İtiraf gibi ‘Başkanlık Sistemi’ açıklaması

Yayın tarihi: 18 Kasım 2019 Pazartesi 10:53 am - Güncelleme: 18 Kasım 2019 Pazartesi 2:33 pm

Mustafa Yeneroğlu, istifasının ardından yeni yol haritasını, Karar gazetesine anlattı. Referandum döneminde ‘Başkanlık Sistemine’ destek verdiğini dile getiren Yeneroğlu, ” Türkiye’nin çok kültürlü çoğulcu yapısını parlamenter sistemin daha uygun olduğunu düşünüyorum” ifadelerini kullandı. Mustafa Yeneroğlu, Çubuk’ta uğradığı saldırı sonrasında Erdoğan’a, Kemal Kılıçdaroğlu’nu evinde ziyaret etmesi gerektiğini söylediğini ancak Erdoğan’ın tepki gösterdiğini söyledi.

Bir süredir AKP politikalarına muhalefetiyle bilinen AKP İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu önce partinin üst yönetim organlarından olan Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliğinden daha sonra da AKP’den istifa ettiğini duyurmuştu.

Yeneroğlu’nun ardından ’15 AKP’li daha istifaya hazırlanıyor’

Mustafa Yeneroğlu, istifasının ardından yeni yol haritasını, AKP içindeki muhalefetin sesi olan Karar gazetesine anlattı.

Siyasetteki yeni yol haritasını anlatan Yeneroğlu “Türkiye’deki merkez siyasette ciddi bir boşluk var. Güçlü bir demokratik blok kurulmalı” dedi.

Karar yazarları Elif Çakır, Ahmet Taşgetiren ve Yıldıray Oğur’un sorularını yanıtlayan Mustafa Yeneroğlu’nun röportajının özeti şöyle…

Yeneroğlu, istifasına uzanan süreci anlatırken İstanbul seçiminin yenilendiği 23 Haziran sonrasında ümidini yitirdiğini söyledi. Parti içinde eleştirilerin saygısızlık olarak görüldüğünü söyleyen Yeneroğlu, CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun Çubuk’ta uğradığı saldırı sonrasında Erdoğan’a Kılıçdaroğlu’nu evinde ziyaret etmesi gerektiğini söylediğini ancak Erdoğan’ın tepki gösterdiğini söyledi.

Yeneroğlu’nun verdiği röportajın ilgili bölümü şöyle:

Zaten devamlı uzatmaların uzatmaları içinde kıvranıp duruyorduk. İstanbul seçimleri süreci tabii belirleyici oldu. Çünkü son ümidi de yitirdim. AK Parti’yi doğuran zemin içinde doğmuş bir insan olarak, Tayyip Bey’i de gerçekten seven ve ülke içinde geçmişte çok güzel işler yaptığına inanan, bunun sürdürülmesi gerektiğini düşünen, her gün önümde duran sarsıcı gerçekleri adeta bastıran noktada büyük bir acı içerisindeydik. En az bir yıldan beri böyle devam ediyordu. Düşünün akşam eve geliyorsunuz, dosyalarınızı getiriyorsunuz, sabaha kadar dosya çalışıyorsunuz. Şu insanın meselesine yetişelim diye. İnsan hakları sistematik olarak ayaklar altına alınan bir ülkeyiz. Biz işkenceye sıfır tolerans diye geldik, hukuk devletinde insan kaçırma olur mu? Toplum adeta korku iklimine teslim oldu. Biz kaç defa hukukçu arkadaşlarımızla oturup acziyetimizden dolayı ağladığımızı biliyorum. Milletvekilleri ile görüştüğümde de bana itiraz eden, hukuki gerekçelerimize karşı çıkan kimseyle karşılaşmadım. Bürokratlardan da.

Hatta benim söylediğim şeylerin üzerine onlar, ya sen şunu bilmiyorsun diye 5-10 tane daha koyarlardı.

“ARTIK KENDİMİZİ TANIYAMIYORDUK”

İstanbul seçimleri sürecinde biz artık kendimizi tanıyamıyorduk. Birde beka söyleminden Öcalan kardeşlere gidiyorsunuz. Her gün adeta yeni bir kabus. Zaten beka söylemi başlı başına bir facia. Düşünün milletin bekasını esas alan ve devletin bekasını da sadece hukukun üstünlüğünde ve çoğulcu demokraside, insan haklarında görerek yola çıkmış bir hareket, insanı ezen bir devlet tasavvuruyla sözde devletin bekası üzerinden korku siyaseti uygulamaya çalışıyor. Bunlar zaten kabul edilebilecek şeyler değil. Bir de bu beka söyleminden çıkıyorsunuz, Öcalan kardeşlere kadar geliyorsunuz. Parti içerisinde zaten İstanbul seçimleri son haftalarından herkes birbirine bakıyordu. İnsanlar zaten sokağa çıkmaya çekiniyorlardı. Çünkü millete ne anlatacaksınız? İnandığınız tüm değerler her gün altüst ediliyor. Benim için bir utanç vesilesiydi. Biz burada katliam görüntülerini yayınlarken, Yeni Zelanda başbakanı her gün Müslümanlara insanlık dersi veriyordu. Tabii rasyonel düzlemde kırılmayı çok önceden yaşamıştım. Ama sonuçta partinin içerisinde doğan, Milli Görüş hareketinden gelmiş bir insanın duygusal bağlarını koparması öyle kolay değil. Ama İstanbul seçimleri sonrası artık ben parti içerisinde bir dönüşümü sağlanabileceğine, özeleştiri kültürün artık geliştirilebileceğine, en son 23 Haziran sonucundan sonra millete anlatamadık söylemi yerine biz bu milleti niye anlamıyoruz anlayışının yerleşebileceğine dair ümidimi yitirdim.

Parti MKYK toplantılarında da baktım ki böyle bir durum söz konusu değil. Bir şey söylediğimiz zaman saygısızlık olarak kabul ediliyor. Söylemediğimiz zaman da kendinizi inkar etmiş oluyorsunuz.

“CUMHURBAŞKANIMIZA SAYGIDA KUSUR ETMEDEN SÖYLEDİM”

Bakın ben CHP’li Meclis Başkan vekilimiz Levent Gök’e bir geçmiş olsun ziyaretinde bulundum, en asgari insani haslettir bu. Sayın Kılıçdaroğlu’yla birlikte Çubuk’ta saldırıya uğramalarından sonra. Bana göre bir Devlet Başkanı’nın Sayın Kılıçdaroğlu’nu evinde ziyaret edip geçmiş olsun dilemesi gerekiyordu. Ben sayın Cumhurbaşkanımıza saygıda kusur etmeden bunu ifade etmeye çalıştım MKYK’da. Tepki gösterdi.

Bardağı taşıran damlalardan biri de Anayasa Mahkemesi’nin akademisyenler kararından sonra yayınlanan bir bildiri oldu. O bildirinin nereden geldiğini çok iyi biliyorum. Anayasa Mahkemesi’ni kınamanın çok çok ötesinde “terörü meşrulaştıran Anayasa Mahkemesi” diye bir bildiri yayınlandı. Bu hukuk devleti anlayışını ayaklar altına almaktır. Hiçe saymaktır. O mesele benim için her şeyin bittiği noktaydı. Onun üzerine adli yıl açılışında sayın Cumhurbaşkanımız kuvvetler ayrımını göz ardı ederek kendisini kuvvetlerin üzerinde konumlandırdı.

Zaten sonuçta yargı felç olmuş vaziyette, yasama zaten işlevsiz bir noktada. Yürütmeyi kim denetleyecek? Hiç kimse. 1789 Anayasası’nın galiba 16’inci maddesi “Kuvvetler ayrımını tanımayan bir anayasa, anayasa değildir” der. Türkiye olarak şimdi biz fiilen böyle bir noktaya geldik.

CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNE MAALESEF DESTEK VERDİM

Elif Çakır: Cumhurbaşkanlığı sistemine Meclis’te destek verdiniz değil mi?

Mustafa Yeneroğlu: Bugünden bakınca maalesef. O zaman 15 Temmuz psikolojsi çok güçlüydü tabi.

Elif Çakır: Peki şu anda ne düşünüyorsunuz?

Mustafa Yeneroğlu: Prensip olarak başkanlık sisteminin tartışılabileceğini sonuçta kıta Avrupa’da sosyalizasyonunu edinmiş biri olarak Türkiye’nin çok kültürlü çoğulcu yapısını parlamenter sistemin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Şu anki haliyle başkanlık sisteminin sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum. Türkiye’nin her şeyden önce korku duvarlarını aşması, konuşabilir hale gelmesi gerekiyor. Bunun için hukukun üstünlüğüne dönülmesi gerekiyor. Denetimi askıya alan, tüm yetkileri bir yerde toplayan bir sistemin sürdürülemeyeceği aşikar. Kuşatıcı bir revizyon zorunlu.

“HER GEÇEN GÜN İÇ DÜNYAM YIKILIYORDU, İNANDIĞIMIZ TÜM DEĞERLER ALTÜST EDİLİYORDU”

Elif Çakır: Bir parti yetkilisi eleştirilerini MKYK’da dile getirmedi gibi bir açıklama yaptı.

Mustafa Yeneroğlu: MKYK toplantılarının kayıtları nasıl tutuluyor bilmiyorum. Eğer tutuluyorsa zaten o kayıtlarda bu vardır. Ama o arkadaşımız da biliyor ki sonuçta hem MKYK’da hem milletvekilleri toplantısında hem de birebir görüşmelerde bu konuları devamlı gündeme getirdim. Tüm milletvekili arkadaşlarımız bunun şahididir. Doğrusu bu önemli de değil, ülkenin içinde bulunduğu buhranın anlaşılması benim söylediğime kalacaksa varsın bilinmesin. Ben geldim geleli hukukun üstünlüğü, insan hakları, katılımcı siyaset konularında bugün durduğum noktadan farklı bir tutumda olduğumu gören varsa, buyursun söylesin. Tabii kişiye sorarlar, dışarda konuştuğunu nerden içerde söylemezsin. Ümidim tükendikçe eleştirilerimi dışa yansıttım ve artırdım, bir feryad olarak kabul etmek lazım. Çünkü her geçen gün iç dünyam yıkılıyordu, inandığımız tüm değerler altüst ediliyordu.

Yıldıray Oğur: Sizinle ilgili böyle bir eleştiri de yapıldı. Burada tweet atıp eleştiriyorsunuz ama siz iktidar partisi milletvekili ve yöneticisiniz. İşiniz burada tweet atmaktan ibaret mi diye.

Mustafa Yeneroğlu: Ben yasama organı üyesiyim. 4 buçuk yıldır Türkiye’deyim. Siyasetin müzakere edildiği bir ortamla karşı karşıya kalmadım maalesef. Samimi ve özeleştiri kültürünü esas alan bir istişare mekanizmasına şahit olmadım Türkiye’de. Benim için zaten en temel problemlerden birisi buydu. Ben yasama organı üyesiyim ama bu sadece kağıt üzerinde, bunun ötesinde ne milletvekilleri anayasal göreve uygun bir gündeme sahip olabiliyor ne de toplum yasama organı üyelerini kayıtlı sorumlulukları üzerinden değerlendiriyor. Biz ne yasa yapıyoruz ne de denetim görevimizi ifa edebiliyoruz. Milletvekillerinin çok büyük bir ekseriyeti pasif. Türkiye’nin siyasi kültürünün gereği işte bürokrasiye kendi adamlarını, hemşerilerini yerleştirme, tayin, iş bulma gibi fonksiyonların dışında bir fonksiyonları var olan çıksın belirtsin. Doğrusu bu konuda herkes rahatsız olmayabilir, çünkü hep böyle görmüş. Ha Türkiye’de bu durum her zaman böyleymiş de, böyle bir siyasal kültür varmış da bu sistem değişikliğinden sonra bu daha bir ayyuka çıktı.

SON ÜMİDİMİ DE 31 MART’TA YİTİRDİM

Yıldıray Oğur: İstifanıza neden olan esas kırılma neydi?

Mustafa Yeneroğlu: Zaten devamlı uzatmaların uzatmaları içinde kıvranıp duruyorduk. İstanbul seçimleri süreci tabii belirleyici oldu. Çünkü son ümidi de yitirdim. AK Parti’yi doğuran zemin içinde doğmuş bir insan olarak, Tayyip Bey’i de gerçekten seven ve ülke içinde geçmişte çok güzel işler yaptığına inanan, bunun sürdürülmesi gerektiğini düşünen, her gün önümde duran sarsıcı gerçekleri adeta bastıran noktada büyük bir acı içerisindeydik. En az bir yıldan beri böyle devam ediyordu. Düşünün akşam eve geliyorsunuz, dosyalarınızı getiriyorsunuz, sabaha kadar dosya çalışıyorsunuz. Şu insanın meselesine yetişelim diye. İnsan hakları sistematik olarak ayaklar altına alınan bir ülkeyiz. Biz işkenceye sıfır tolerans diye geldik, hukuk devletinde insan kaçırma olur mu? Toplum adeta korku iklimine teslim oldu. Biz kaç defa hukukçu arkadaşlarımızla oturup acziyetimizden dolayı ağladığımızı biliyorum. Milletvekilleri ile görüştüğümde de bana itiraz eden, hukuki gerekçelerimize karşı çıkan kimseyle karşılaşmadım. Bürokratlardan da.

Hatta benim söylediğim şeylerin üzerine onlar, ya sen şunu bilmiyorsun diye 5-10 tane daha koyarlardı.

İstanbul seçimleri sürecinde biz artık kendimizi tanıyamıyorduk. Birde beka söyleminden Öcalan kardeşlere gidiyorsunuz. Her gün adeta yeni bir kabus. Zaten beka söylemi başlı başına bir facia. Düşünün milletin bekasını esas alan ve devletin bekasını da sadece hukukun üstünlüğünde ve çoğulcu demokraside, insan haklarında görerek yola çıkmış bir hareket, insanı ezen bir devlet tasavvuruyla sözde devletin bekası üzerinden korku siyaseti uygulamaya çalışıyor. Bunlar zaten kabul edilebilecek şeyler değil. Bir de bu beka söyleminden çıkıyorsunuz, Öcalan kardeşlere kadar geliyorsunuz. Parti içerisinde zaten İstanbul seçimleri son haftalarından herkes birbirine bakıyordu. İnsanlar zaten sokağa çıkmaya çekiniyorlardı. Çünkü millete ne anlatacaksınız? İnandığınız tüm değerler her gün altüst ediliyor. Benim için bir utanç vesilesiydi. Biz burada katliam görüntülerini yayınlarken, Yeni Zelanda başbakanı her gün Müslümanlara insanlık dersi veriyordu. Tabii rasyonel düzlemde kırılmayı çok önceden yaşamıştım. Ama sonuçta partinin içerisinde doğan, Milli Görüş hareketinden gelmiş bir insanın duygusal bağlarını koparması öyle kolay değil. Ama İstanbul seçimleri sonrası artık ben parti içerisinde bir dönüşümü sağlanabileceğine, özeleştiri kültürün artık geliştirilebileceğine, en son 23 Haziran sonucundan sonra millete anlatamadık söylemi yerine biz bu milleti niye anlamıyoruz anlayışının yerleşebileceğine dair ümidimi yitirdim.

SAYGISIZLIK SAYILIYOR

Parti MKYK toplantılarında da baktım ki böyle bir durum söz konusu değil. Bir şey söylediğimiz zaman saygısızlık olarak kabul ediliyor. Söylemediğimiz zaman da kendinizi inkar etmiş oluyorsunuz.

Bakın ben CHP’li Meclis Başkan vekilimiz Levent Gök’e bir geçmiş olsun ziyaretinde bulundum, en asgari insani haslettir bu. Sayın Kılıçdaroğlu’yla birlikte Çubuk’ta saldırıya uğramalarından sonra. Bana göre bir Devlet Başkanı’nın Sayın Kılıçdaroğlu’nu evinde ziyaret edip geçmiş olsun dilemesi gerekiyordu. Ben sayın Cumhurbaşkanımıza saygıda kusur etmeden bunu ifade etmeye çalıştım MKYK’da. Tepki gösterdi. Ben bunun üzerine de o zaman ilk olarak istifamı takdirlerine sundum, gereği yapılabilirdi.

Bardağı taşıran damlalardan biri de Anayasa Mahkemesi’nin akademisyenler kararından sonra yayınlanan bir bildiri oldu. O bildirinin nereden geldiğini çok iyi biliyorum. Mahkeme kararı üzerine bir bildiri yayınlattırıldı. Anayasa Mahkemesi’ni kınamanın çok çok ötesinde “terörü meşrulaştıran Anayasa Mahkemesi” diye bir bildiri yayınlandı. Bu hukuk devleti anlayışını ayaklar altına almaktır. Hiçe saymaktır. O mesele benim için her şeyin bittiği noktaydı. Onun üzerine adli yıl açılışında sayın Cumhurbaşkanımız kuvvetler ayrımını göz ardı ederek kendisini kuvvetlerin üzerinde konumlandırdı.

Zaten sonuçta yargı felç olmuş vaziyette, yasama zaten işlevsiz bir noktada. Yürütmeyi kim denetleyecek? Hiç kimse. 1789 Anayasası’nın galiba 16’inci maddesi “Kuvvetler ayrımını tanımayan bir anayasa, anayasa değildir” der. Türkiye olarak şimdi biz fiilen böyle bir noktaya geldik.

31 Mart seçimleri sonrası isim vermeden MKYK’da aleyhte çalışanların olduğunu beyefendi İstanbul teşkilatı önünde ifade edince ben istifamı yazdım. Ön yazıda da bırakın aleyhinizde çalışmayı en ufak bir güvensizlik söz konusuysa istediğiniz zaman yürürlüğüne koyarsınız diyerek arz ettim. Şimdi Ömer’lerden bahsediyoruz. Sonuçta özeleştiri kültürünü içselleştirmemiş, özeleştiri talebini saygısızlık ve hakaret olarak kabul eden bir ortamda nasıl Ömer’ler gelişsin. Hz. Ömer’in üzerindeki elbise sorulunca kimseyi aşağıladığını okumuyoruz, tam tersi, her an toplumun en alt kesimine inanılmaz bir tevazu içinde hesap veriyor, hayatının her anı özeleştiri dolu.

23 Haziran sonrası MKYK toplantısı benim son MKYK toplantımdı. O MKYK toplantısından sonra sonraki iki MKYK toplantısına katılmadım. Üçüncü MKYK’ya katılıp katılmayacağımı soruyordu arkadaşlar. Katılıp konuşsam saygısızlık, konuşmasam kendimi inkar edeceğim. Dolayısıyla orada bulunmayı anlamsız buluyordum. Şunu düşünüyordum; bu ülkede insanlar kaçırılıyor, bu ülkede insanlara işkence yapılıyor. Bu ülkede on binlerce insan haksız yere cezaevinde tutuluyor. Bu ülkede toplanma özgürlüğü diye bir şey kalmamış. Bu ülkede her gün birkaç tane kayyum atanıyor. Bu ülkede her gün bir iki tane gazeteci gözaltına alınıyor. Böyle bir ortamda ben MKYK toplantısına hiçbir şey yokmuş gibi Urfa Sanayi’sinin elektrik meselesini konuşacağım. Veya Muğla’nın şehir girişi levhasına takılacağım. Ve böyle ortamı kabulleneceğim. Peki vicdanıma bunları nasıl kabul ettireceğim, Allah’a nasıl hesap vereceğim. Bunu düşünerek sabah bir istifa mektubu yazdım. Gerekçeli olarak . Hasbi olan feryadını ifade eden bir genç kardeşi olarak yazdım. Sonunda MKYK’dan istifa ettiğimi belirttim. Bunun üzerine MYK toplantısı yapılmış. Toplantıda da tartışılmış. Çok farklı görüşler de olmuş. Arkadaşların birçoğu benim şimdiye kadar partinin ilkelerine aykırı bir beyanımın olmadığını niyetimin partiye zarar vermek olmadığını, sadece ciddi rahatsızlıklar içerisinde olduğumu ve bunun partimin tekrar özüne dönmesi gerektiği noktasında bir duruşumun olduğunu ifade etmişler. Ama sonuçta sayın Cumhurbaşkanımızın kanaati artık siyaseten çok ayrıştığımız noktada olmuş ve benim partiden de ve milletvekilliğinden de istifa etmem gerektiğini ifade etmiş. 29’u gecesi beni genel sekreterimiz aradı Fatih Şahin bey arayıp, “parti genel merkezine gelir misiniz” dedi. Bir gün sonra gittim. Dostane bir ortamda kendisi artık hani partinin politikaları ve söylemleri noktasında çok ayrıştığımızı bundan sonraki süreçte ayrı kulvarlarda olmamızın da iki taraf için de hayırlı olacağını ifade etti. Ben zaten istifa mektubumun ön yazısında sayın cumhurbaşkanımız arzu ederse partiden de istifa edebileceğimi beyan etmiştim. Görüşme de böyle geçince hay hay dedim. Ne zaman istifa etmemi arzu ediyorsunuz diye sordum. “Mümkün mertebe hemen” dedi. “Olur” dedim. Meclise geçtim beni tekrar aradı. “Üstad” dedi, “Cumhurbaşkanımızla görüştüm, milletvekilliğinden de istifa etmeniz istiyor çünkü siz AK Parti listelerinden seçildiniz” dedi. Teşekkür ettim. Bunun üzerine basın toplantısını yaptım. Böyle bir süreç. O gün basın toplantısından sonra içimde tabii bir burukluk vardı ama çok uzun zaman sonrası ben ilk defa büyük bir huzur içinde evime gittim. O hafta sonundan önce mide kanaması geçirmiştim. Stresin sonuçları.

“GÜÇLÜ BİR DEMOKRATİK BLOK OLURSA BEN BU BLOKA DESTEK VERİRİM”

Elif Çakır: Peki milletvekilliğinden de istifa edecek misiniz?

Mustafa Yeneroğlu: Milletvekilliğimden istifa etmemem gerektiğine karar verdim. Çok ilginçtir bütün partilerden ve kendi partimden de sayısız milletvekili beni bu konuda aradı, “Kesinlikle böyle bir şey yapamazsınız bu çok yanlış bir şey olur, bunu size söyleyenlerin demokrasi anlayışı da ayrıca bir tartışma konusu. Ama böyle bir istifa Türkiye’de yeni bir teamül ortaya koyar. Sizden sonraki arkadaşlarda da böyle bir dayatma olur” dediler.

Ahmet Taşgetiren: Peki nasıl tepkiler geldi istifanıza?

Mustafa Yeneroğlu: Çok olumlu tepkiler geldi. Yüzde 99’u destek mahiyetinde. Çok samimi ve değerli bulduğum eleştiriler de aldım. 4 binin üzerinde mesaj aldım. Whatsapp üzerinden gelenlerin tamamına daha cevap veremedim.

Ahmet Taşgetiren: Peki bundan sonra ne yapacaksınız, yeni oluşumlarla münasebetiniz var mı?

Mustafa Yeneroğlu: Ben siyasete girdiğimden beri Türkiye’nin tüm siyasi renleriyle çok yakın ilişki ve irtibat içerisinde oldum. Türkiye’nin siyaset kültürüne çok temelli eleştirilerim var. Bundan sonra yatay siyaseti, hamaset yerine rasyonel dili esas alan, öz eleştiriyi ezen dava söylemi yerine uygulama ile kendini gösteren, kişi hareketi yerine katılımcı, çoğulcu bir kadro hareketi ile insan onurunu haysiyetini olmazsa olmaz gören, hesapsız bir biçimde savunan, gerçekten Türkiye’de yaşayan her bir ferdi özel, özerk ve özgür kabul eden, demokrasi çıtasını Aleviler söz konusu olduğu zaman da atlayabilen, Kürt sorunu karşısında tutum alabilen güçlü bir demokratik blok olursa ben bu bloka destek veririm.