Burjuva demokrasisi ilkesel düzlemde (yani görünüşte) de olsa devlet işleri ile din işlerinin ve devlet işleri ile parti işlerinin birbirinden ayrılmasını öngörür. Bunlara “laiklik” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkeleri denir.
Burjuvazi, demokratik devrimler döneminde aristokrasiyi tasfiye ederken bu ilkeleri geliştirmiş, ama iktidarı ele geçirip kendi sömürü sistemini pekiştirmeye çalıştığında bu ilkeler ayak bağı olmaya başlamıştır. İlkeler insanlığın ilerici mirasının bir parçası olarak kalmış ama egemen sınıflar tarafından altı sürekli oyulmuştur. Marksistler, sömürü devam ettiği sürece bu tür demokratik ilkelerin lafta kalacağını başından itibaren söylemişlerdi ve haklı çıktılar.
Bugün artık -en net örnekleri ülkemizde görüldüğü gibi- mevcut iktidarlar 1) devlet işleri ile parti işlerini, 2) devlet işleri ile din işlerini pervasızca birleştirmektedirler. Bugün ülkemizde “parti devleti” sistemi resmen yürürlüktedir; “din devleti” de gündeme sokulmaya çalışılıyor.
Ama gerek “parti devleti” gerekse “din devleti” -laiklik ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri laf düzeyinde de olsa varlığını sürdürdüğü için- hâlâ “legal” değildir. Dolayısıyla iktidar bu “birleşik işlerini” yürütebilmek için “illegal” yollara başvurmak zorunda kalmaktadır. Baskı, tehdit, şantaj, yalan, dolan, kışkırtma, komplo vb. yolların gırla gitmesinin nedeni budur. Söz konusu ayak bağları yüzünden devleti “derinleştirmek”, başka dert yokmuş gibi bir de “devlet işleri ile derin devlet işlerini” önce birbirinden ayırmak sonra da birleştirmek zorunda kalmaktadırlar! Oysa devlet baştan “bir” olsa bütün bunlara gerek kalmayacaktır! Halka yalan söylemenin, muhaliflere tehditler savurmanın, din ticareti yapmanın, komplolar düzenlemenin nedeni halka başvurma zorunluluğu değil midir?
Fakat haklarını yemeyelim. Bu tür “illegal” yollara sapmadan önce “ikna” yolunu denediler. “Beka sorunu” söylemi bir ikna yöntemiydi. Beka öyle güzel bir araçtı ki, diğer bütün sorunları teferruat düzeyine düşürmekteydi. Ama “vurdumduymaz halk”, hayat pahalılığı, işsizlik, demokrasi, hak, hukuk vb. gibi teferruatlara takılıp kaldığı için diğer yolları devreye sokmak zorunda kaldılar. Şimdi bu aşamayı yaşamaktayız.
Örneğin 8 Mart’ta yürüyüş yapan kadınlar devlet ile (polis barikatı vesaire) uğraştıklarını sanırken birdenbire derin devletin hamlesiyle karşı karşıya kaldılar: Ezan provokasyonu. Aslında teorik olarak, hem din ile dünya işlerini hem de devlet ile derin devlet işlerini birleştiren güzel (!) bir provokasyondu bu. Ama uygulaması Türk devletinin provokasyon birikimine yakışmayacak acemilikte oldu. Ezan okunurken kadın dövmenin serbest, kadın dövmeyi protesto etmenin yasak ilan edilmesi pek ikna edici olamadı. Kadınların polis saldırısıyla uğraşırken bir anda taktik değiştirip ezan protestosuna geçecek manevra yeteneğine sahip oldukları iddiası da pek tutmadı. 100-150 kadar meczup sokağa dökülebildi ancak. Oysa yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede “ezana saygısızlığın” daha geniş bir kitleyi harekete geçirmesi beklenirdi.
Ne devlet gücünün illegal işler için devreye sokulması ne de dinin dünyevi amaçlar için kullanılması eski etkisini gösterebiliyor. Çok değil kısa bir süre önce Cemaat ile birlikte yapılan komplolar ve operasyonlar ile türban hareketi bazı “solcuları” bile peşine takabilmişti. Bugün ise benzer girişimler kendi etki alanlarında dahi tepki çekebiliyor. Havanın dönmeye başladığı açıktır. İvmenin yönü aşağıya döndüğü zaman, aynı politikalar -eskiden güçlülük ifadesiyken- birden zayıflık belirtisi olarak algılanmaya başlanır. AKP de bu süreci yaşıyor.
Yaptıkları işler, ne pahasına olursa olsun iktidarı kaybetmemeye odaklandıklarını gösteriyor. Fakat asıl sorunları bu ruh halinde olan kesimin daralmaya başlamasıdır. Geminin yalpalaması fareleri harekete geçirir. Konsolidasyon çığlığının nedeni budur.
Hangi açıdan bakarsak bakalım önümüzde zorlu bir süreç var. Zorlu olmasının nedeni sadece AKP-Erdoğan iktidarının iktidarı yitirmemek için her yola başvurabileceğinin sinyallerini vermesi değil. AKP’nin ivmesinin yönü aşağıya doğru ve halkın çoğunluğunu kaybetti ama ivmesi yukarıya dönük ve halkın çoğunluğunu kazanma potansiyeline sahip bir odak da henüz ufukta gözükmüyor. Bölgemizin ve dünyanın koşulları da istikrar vaat etmiyor.
Ani çöküşten köklü çıkışa kadar her türlü olasılığa açık kaotik bir dönem… AKP çöküşü ve çıkışsızlığı temsil ediyor artık; hatta bir beka sorunu haline geldiği bile söylenebilir.
Çöküşe dayanıklı bir çıkış stratejisi geliştirebilen Türkiyeli ve halkçı bir odak geleceği belirleyebilir. Çıkmaz mı böyle bir odak? Bilmiyorum. Tarihe bakarak tespit edebildiğim tek şey, böyle odakların ancak çıkmaz dendiğinde çıkabildiğidir.