Bütün dünyanın gözleri önünde, hukukun bütün emir ve yönergelerine karşın, hatta kendi partilerinin ve medya organlarının içinden yükselen kimi sesleri de öteleyen iktidar, üstünlerin hukukunu egemen kılınmaya gayret ediyor. İstanbul’da kazanılmış bir hakkı insanların elinden devlet gücüyle almaya çabalıyor… Böylesi garip, adalet fukarası, zalimane günlerden geçiyoruz ve haklı olarak vicdanı olan her yazar bu haksızlığı, hukuksuzluğu yazıyor. Sıradan insanlar da dahil olmak üzere herkes bu garabete direniyor ve mutsuz! İstedim ki bütün bu sıkıntı ortamını bir de ben uzun uzun yazıp sıkıntınızı katlamayayım. Bunun yerine sizleri bir an için Ağrı Dağları’nın görkemi ve Doğu’daki iyiliğe taşıyıp mart sonunda yazdığım yazının devamı ile buluşturayım...
Iğdır’da Saray Lokantası… İranlı bir ailenin uzunca zamandır işlettiği “İranlı’nın Yeri”, geleneksel Azeri Yemeklerinin de leziz mekânı, Iğdır’a öğlen saatlerinde inenlerin ilk uğrağı olmalı! Sabah 6.30’da burada yaptığımız kahvaltının ardından, daha doğrusu “Sabah Aşı’mızı” yedikten sonra, sınıra doğru hareket ediyoruz...
Karşımızda bütün görkemi, zarafeti, göz kamaştıran yüce güzelliğiyle Ağrı dağları. İnsanda hüzünle karışık bir mutluluk duygusu uyandırıyor. Sanki yaşamın gerçek anlamdaki kaynağı gibi… Hakkında sonsuz efsanelerin olduğu bu dağların başı her mevsim kardır, demek isterdim çocukluğumdaki gibi ama küresel yıkım buralarda da sonuç vermiş, artık Küçük Ağrı’nın karı baharla birlikte eriyormuş fakat Büyük Ağrı’nın tepesi her zaman kar ve hep büyük efsane!Ve bu efsanesi bol dağlar, en güzel, en görkemli de benim doğduğum kasabadan; Aralık’tan görünürler. İkisinin yan yana görünen fotoğrafı yalnızca Aralık’tan çekilebilir, çünkü yalnızca Aralık’ta yan yanadırlar.
Haritanın en doğusunda Ermenistan’ın içlerine doğru uzanan bir çıkıntı vardır hani, işte orası Aralık’tır, eski adıyla Başköy. Yurdumuzun en ucu ve aralıktaki yaşamların varlığını hâlâ koruduğu, güzel insanların yaşadığı bir kasaba. Ben küçük bir çocukken tam orta yerinden iki büyük ırmak akar ve bu sular kasabanın tam orta yerini yemyeşil bir doğa cennetine dönüştürürdü. Fakat bilgisiz, görgüsüz yöneticilerin elinde, çorak bir yurda dönüşmüş… O güzelim Karasu’ların ikisi de kurumuş, yatakları betonla kapatılmış ve doğduğum kasabayı yemyeşil bir vahaya çeviren kavak ağaçlarının tamamı, “yaprakları kenti kirletiyor” gerekçesiyle kesilip atılmış. İçim kan ağlayarak ayrılıyorum Aralık’tan… Sınıra doğru yöneliyoruz. Aralık,Dil Ucu Sınır Kapısı’na gidişin tek yolu.
Girişten itibaren tertemiz, yemyeşil bir ülke izlenimi veriyor Nahçıvan Özerk Cumhuriyet’i. İç işlerinde bağımsız, dışarıda Azerbaycan’a bağlı, Azerilerin çoğunlukta yaşadığı bir ülke. Azerbaycan’la arasında bir Ermeni koridoru oluşturulduğu için Özerk Cumhuriyet oluvermiş. Kötücül siyaset hayatın pek çok alanında olduğu gibi burada da varlığını korumuş…
Nahçıvan yemyeşil... Geçtiğimiz köy evleri ve sokaklarının bu denli düzenli ve temiz olması şaşırtıcı. Caddeleri akıl almayacak kadar geniş ve oldukça büyük meydanlara bağlanıyor. Her sanat pratiğinin bir derneği ve binası var sözgelimi. Kentin her yanı heykellerle süslenmiş, fakat oldukça sakin, o devasa caddelerde insanlar sanki kaybolmuş…
“Bir Gün Üç Ülke Üç Öğün…” etkinliğimizin ikinci öğünü olan öğlen yemeğimizi burada yedikten sonra, Culfa Sınır Kapısına doğru yöneldik, otobüsümüzdeki elli dört insanın tamamında neşe ve huzur hakim. Sanırım Nevruz Bayramı kutlamalarının Nahcivan’da erken başlamasının ve o kutlamalardan paylarını almalarının keyfi olmalı bu. Çünkü kimi meydanlarda büyük kutlamalara tanık olduk.
VE TEBRİZ; ŞAİRLER ŞEHRİ
1828’de imzalanan Türkmen çay Antlaşması ile İki Culfa oluşmuş; biri İran, diğeri Azerbaycan Culfa’sı. Biz Tebrize’e işte bu iki Culfa Sınır Kapısını geçerek ulaşacağız… Her zamanki gibi zorlu bir sınır savaşından sonra İran’a geçiş yapıyoruz. Girişten itibaren her yan naylon poşetlere üçer kilo olarak doldurulmuş patateslerle dolu. Ve bizdekinin aksine kilosu 1tl. Darısı bizim başımıza diyerek, Tebriz’e yolculuğumuz başlıyor.
Tebriz’e gece geç saatlerde giriyoruz, her yanda kar var. El Gölü adlı bir bölgede üçüncü ülkenin son öğününü yiyerek, etkinliğimizi adına yaraşır biçimde sonlandıracağız. El Gölü nefis bir yer ama her yan buz ve hava çok soğuk…
Tebriz; üç milyonluk bir şehir ve sokaklarında Türkçe konuşuluyor. Batı’daki Türkçenize hiçbir şey katmadan istediğiniz yere gidebilir, istediğinizi yapabilirsiniz. İnsanları sıcacık ve konuk sever. Fakat 21 Mart Nevruz Bayramı’nın ilk günü olduğu için hemen hemen her yer kapalı. Çünkü Nevruz, burada kutlanan en kadim bayram ve iki hafta izin kullanıyor çalışanlar.
Heyecanla beklediğimiz “Şairler Mezarlığına” nihayet gelebiliyoruz. Altıncı Yüzyılda kurulmuş, o zamandan beri de değerli buldukları şairlerini burada defnediyorlar. Şairler Mezarlığı’nın içinde büyük şair Şehriyar için özel bir anıt mezar yapılmış, buradaki müze mezarında yatıyor. Şehriyar’a özel bir önem atfediliyor, hem Türkçe, hem Farsça yazdığı şiirleri ezberlerde.
Bizleri son durağımız olan bu anıt mezarda, Şehriyar Müessesesi Müdürü; Muhtar Sadrmuhammedi karşılıyor, son derece bilge, görgülü ve İran şiirine hâkimiyeti şaşırtıcı derecede güçlü. Burada Şehriyar’a ilişkin konuşmalarımızı yapıyor, şiirler okuduktan sonra Tebriz’den ayrılıyoruz. Ardımızda onlarca yıldır süren ambargolarla yoksullaşmış mazlum ve iyi insanları bırakarak…