Di’li geçmiş zamanın hikayesi olup, yüreğime saplanan Şark Kahvesi’nden söz ediyorum. Artık orası sıradan, her sokakta, her ülkede girip çıktığımız yerlerden. Kahve değil, cafe…
Girişte yazan Şark Kahvesi tabelasına kanmayın, artık orada ne sarı isli duvarları, o duvarlara sinmiş anılarınızı bulabilirsiniz, ne hayatınıza yeni anılar katabilirsiniz.
Çünkü yok.
Tek kelime bu, “yok.”
Vedası…
Öğrendim tabii. “Dedem, İsmail Atalay tarafından 1958’de kuruldu” dedi Emre Atalay.
Hemen bir parmak hesabı yaptım, 64 yıl. Kim bilir belki de, benim üniversite yıllarımda gelip oturduğum o tahta sandalyelerde babam da, annem de üniversite yıllarında gelip…
Ah...
“Ne oldu? Neden? Nasıl? Eyvah…”dedim. Onca insanın anıları, hatıraları, anlatılsa roman olur yaşanmışlıklar, efsaneleri…
“Şark Kahvesi’ni elimizde olmayan nedenlerden ötürü devretmek zorunda kaldık. Son işletmeci amcam Oğuz Atalay vefat edince, aile arasında oluşan kaos nedeniyle devretmek zorunda kaldık…”
Yutkundum.
Ya anılar devredildi mi, yoksa ortaya saçılıp, darmadağın…
Ya saatlerce süren sohbetlerin kelimeleri nerede şimdi?
Sesler, yüzler, dokunuşlar duvarlardan yansıyıp yüreğimize yerleşmeyecek mi bundan böyle?
Ne çok soru, ne çok sitem…
Soru çok da sitem kime?
“Bir İngiliz firma işletiyor şu an” dedi Emre Bey.
Sustum…
Kapalıçarşı’da bir İngiliz firma, İstanbul’un simgelerinden Şark Kahvesi’ni…
Eski görüntüsünden tek bir iz kalmamış bir mekana…
Ne pirinç cezveler, ne tahta sandalyeler, kilim desenli masa örtüleri.
Ne duvarlarda yıllar içinde gelen, sanatçıların, siyasetçilerin fotoğrafları…
Ne ince belli cam bardakta çay.
Elimden kayıp gidenlere ekleniverdi Şark Kahvesi…
Dedim ya, o artık “Di’li geçmiş zamanın” can yakan bir başka hikayesi…