Yazın sıcak geçen günlerinde konuştuğum birkaç İngiliz arkadaşım, ana akım medya tarafından yapılan karartmaları anlatıp, özetle şunları söylediler:
“Haberlere bir baktım; evde alelade otururken a-aaaa sağcı olmuşum. Hem de aşırı sağcı! Pek çok belediye başkanını, İngiltere başbakanını, İskoçya başbakanını başka köklerden insanlardan seçmiş bizler bir anda sağcı ilan edildik. Nedeni de üç küçük çocuğun öldürülmesini protesto etmemiz, göçmen politikasını eleştirmemiz, güvenlik kaygısı duyduğumuzu dile getirmemiz ve medeniyetimizi-kültürümüzü tehdit altında hissetmemiz.”
Onlara sömürgeci desek, atalarının yaptığı köle ticaretini hatırlatsak, ayrımcı uygulamalarını vurgulasak hak verecek bu ortalama ne sağcı ne de solcu fakat kralcı insanlar, şu anda yana yakıla ne olduklarını bulmaya çalışıyorlar. Bir önceki yazımda anlattığım gibi amaçları sadece mevcut devletlerini olduğu haliyle korumak.
Ki birkaç tanesi “Ben bu ülkelere gidiyorum. Mutfaklarını seviyorum. Kültürlerine ilgi duyuyorum. Nasıl ırkçı olabilirim? İstediğim tek şey ülkemde güven içinde yaşamak ve kendimi kültürümü, yaşam biçimimi korumak” dedi.
İrlanda’da yüzyıllardır kanlı bıçaklı olan Katolikler ile Protestanları İngiltere ve İrlanda bayraklarıyla yan yana yürüten korkuya dikkatle bakmak gerekiyor. “Sağcı, faşist, ırkçı” demekle sorun çözülmüyor.
Yine önceki yazımda sağı ve solu yeniden tanımlamak gerektiğini belirtmiştim. Konuştuğum İngilizlerin bir kısmı Muhafazakâr Parti’nin, diğer kısmı ise İşçi Partisi’nin seçmeni. İngiltere’de bizim anladığımız manada bir sağ ve sol olduğunu düşünmüyorum. Keza Fransa’da da sağcı dediğimiz kişilerin rejimle, cumhuriyetle, laiklikle bir sorunu yoktur.
NE KADAR GÖÇMEN ALINABİLİR?
Aynı konuşmaları Fransız, İtalyan ve İspanyol arkadaşlarımla da yaptım. Hepsi benzer şeyleri söylüyor. Sorun ülkelerinde göçmenlerin yaşaması değil, bu kadar çok sayıda göçmenin ‘entegrasyon’ hiç düşünülmeden ülkeye alınması.
Yine önceki yazımda göçmenlerin neden bu kadar öfkeli olduğunu da sorgulamıştım. Bu yüzyılın göçmenlerinde, önceki yüzyılın göçmenlerinde olmayan (ya da ortaya çıkmayan) bir öfke var. Sosyal medya sayesinde de göçmenlerin saldırgan tutumları sürekli gündeme geliyor. Almanları yumruklayan, yalnız yakaladıkları İngilizleri linç eden, Danimarkalılara “Biz sizden daha çok çocuk yapıyoruz. Yakında siz yok olacaksınız. Burası bizim ülkemiz olacak” diyen göçmen videolarını hepimiz izliyoruz.
Sorun güvenlik sorunu… Sorun bir ulus devletin, ulus devlet vasfını yitirmeden, kültürünü kaybetmeden ne kadar göçmen alabileceği…
Önceki yazımda Batı’nın yüzyıllarca izlediği politikaların bir sonucu olarak göçlerin arttığını da anlattım. Bu yeni kavimler göçünü, gelecek günlerde iklim değişikliği de arttıracak. Batı medeniyetinin kendini tehdit altında hissetmesini normal karşılıyorum. Bugün Batı medeniyeti dediğimiz, tüm insanlığın kümülatif olarak oluşturduğu en yüksek kültürdür. Bunun yitirilmesi, zarar görmesi tüm insanlık için kayıp olacaktır.
SORUN MÜSLÜMAN GÖÇMENLER Mİ?
İngiltere’deki olaylara dönersek… Üç çocuğu öldüren katil, Müslüman bir göçmen sanıldığı için bir cami hedef oldu ve sonrasında işler saçma sapan bir hal aldı. Müslüman göçmenler, ‘aşırı sağcı’, ‘ırkçı’ diye nitelendirdikleri beyazları bulduğu yerde linç etti; ellerinde sopalarla, bıçaklarla yürüdü. Birleşik Krallık medyasının büyük kısmı göçmenlerin saldırılarını ya görmezden geldi ya da Müslüman/ Pakistanlı/Afgan demek yerine “Asyalı” kelimesini tercih etti. Bu kez ülkedeki Asyalılar ayağa kalktı.
Asyalı deyince haritaya haliyle Hindistan, Çin ve Tayland gibi ülkeler de girdi. Bu ülkelerden vatandaşlar kendileri de göçmen olmalarına rağmen, göçmen karşıtı gösteri yapanların yanında yer aldı. Çünkü geçmiş göçmenlerin çocukları ve torunları da böylesine büyük ve kimi zaman da küstahça gerçekleşen göç hareketinde tehdit algılıyor. Çünkü onlar ileri gördükleri bir medeniyetin parçası olmaya gitmişlerdi o topraklara, o medeniyeti parçalamaya değil.
Eski göçmenlerin de yeni göçmenlere karşı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta yeni dünyanın göçmenlerce kurulmuş ülkelerinde de yeni nesil göçmenlere bakış olumsuz. Bu da haliyle akıllara şu soruyu getiriyor: Göçmen karşıtlığı sadece Müslüman göçmenleri mi içeriyor? Büyük oranda evet.
Peki ama neden? Bu soruyu Müslümanların samimiyetle sorup yanıtlaması gerekiyor. ‘İslamofobi’ kelimesiyle açıklayıp, kestirip atılamayacak kadar geniş bir konu bu.
AVRUPA’DA İSLÂM TABUSU YIKILDI MI?
IŞİD’in Avrupa’da gerçekleştirdiği terör saldırılarını hatırlayalım. Geçen hafta Solingen’de Suriyeli bir göçmen, festivale katılan üç kişiyi bıçaklayarak öldürdü, sekiz kişiyi de yaraladı. Bu saldırıyı IŞİD üstlendi.
Alman Maliye Bakanı Christian Lindner, birkaç gün önce X platformunda Merkel dönemindeki yanlış göç politikalarının sorumluluğunu almaya hazır olduklarını, artık sığınmacılara sosyal yardım yapmayacaklarını söyledi.
Lindner “Aşırı sağcılık hakkında çok konuştuk. Ayrıca radikalleşmiş, şiddet içeren İslamcılık tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu da hesaba katmalıyız” dedi.
İsveç Başbakanı geçtiğimiz aylarda mültecilerin entegrasyonunun başarısızlıkla sonuçlandığını açıklarken, Başbakan Yardımcısı Ebba Busch, Müslüman göçmenlerin İsveç değerlerine uyum sağlamaları gerektiğini söyledi.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, her fırsatta Ortadoğu’dan, Orta Asya’dan ve Afrika’dan gelen göçmenlere karşı olduğunu dile getiriyor. Zaten iktidarını bu karşıtlığa borçlu.
Eski ABD Başkanı Donald Trump, rakibi Kamala Harris’in seçilmesi durumunda ülkenin göçmenlere ve hatta teröristlere teslim olacağını X platformunda açık açık yazıyor, bu görüşünü ifade eden görseller paylaşıyor.
Bütün bunlar ne demek biliyor musunuz? Halk nezdinde geniş kitlelerce, akademide cılız birkaç sesle dile getirilen ‘İslamofobi zırhı’, bundan böyle siyasetin de dilinde olacak demek. Bir tabu olan ‘İslâm’, Avrupa’da konuşulmaya başlanıyor.
‘İslamofobi’ terimi tedavülden kalkacak gibi görünüyor. Evrimsel biyolog ve zoolog Richard Dawkins gibi pek çok düşünce insanı “Fobi irrasyonel korkuya işaret eder. IŞİD, Taliban gibi gerçekler varken buna fobi diyemezsiniz” görüşünü yüksek sesle dile getiriyor. Dawkins, pek çok dini metni eleştirdiğini ancak sadece Müslümanlardan ölüm tehditleri aldığını söylüyor.
İslâm karşıtı açıklama ve paylaşımlarda Şeytan Ayetleri kitabının yazarı Selman Rüşdi’nin yıllardır bir tür sürgün yaşadığı, bıçaklı bir saldırıda tek gözünü kaybettiği, ölüm fetvaları almasına neden olan kitabını Japoncaya çeviren kişinin öldürüldüğü, İtalyan ve Norveçli çevirmenlerin ise saldırılardan sağ kurtuldukları hatırlatılıyor.
Türkiye’nin kendi gündeminden pek takip edemiyoruz ama Batı’da ‘İslâm tabusu’ yıkılır yıkılmaz geçmiş işgaller, limanlardan cariye yapılmak üzere götürülen kadın köleler de gündeme getiriliyor. Viyana kuşatmasına kadar giden Osmanlı da bu eleştirilerden nasibini alıyor.
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
Samuel Huntington, Soğuk Savaş sonrası, 1990'lardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ortaya attı. Bu tezine de ‘Medeniyetler Çatışması’ ismini verdi.
Bugün Avrupa başta Batı’da yaşanan bu göçmen krizini ‘Medeniyetler Çatışması’ hatta ‘Medeniyetler Savaşı’ perspektifiyle incelemeliyiz. Geçmişin basmakalıp bakış açıları burada körleşiyor. Sorunu tespit edemediği gibi çözemiyor da.
Sonraki yazıda Türkiye’deki ezber kalıpları anlatayım da söylenmedik bir şey kalmasın.